“Her
taşın altından Çapanoğlu çıkmak”…
Ailenin
atası sayılan Ömer Ağa’nın lakabı, “ulak, kurye ve süvari” anlamında
“Çakar”mış
aslında…
Ama
belli ki uyguladığı sert yöntemlerinden dolayı halk arasında “ulak, süvari”
anlamları yanında, “çarpan ve baş kesen” anlamında ki “çapan” ile bilinmişler…
Hatta
halk, “zorba kudret ve kuvvet sahibi” anlamında “cebbar” bile demiş aileye…
“Çapanoğulları”,
devlet tarafından “Bozok”a yani “Yozgat’a yerleştirilen “Mamalu/Mamalı”
Türkmenlerinden…
1700’lerin
başında Ömer Ağa’nın oğlu Ahmet Ağa, o dönem bölgenin idarecisi Hüseyin Bey’den
asayişi sağlamak ve vergileri toplamak amacıyla, bir yıllığına Yozgat’ı
kiralamış. Başarılı da olmuş…
Çünkü
uyguladığı yöntemler çok sert ve acımasızmış…
Ama
devlet işin bu kısmını pek umursamadığından olsa gerek, Yozgat’ın tüm
sorumluluğu tamamen Çapanoğulları’na devredivermiş. Tarih 1730’lar…
1745’de
Ahmet Ağa’ya “Kapıcıbaşılı” yani bir tür “paşalık” unvanı, 1755’de ise İstanbul’daki
et sıkıntısını gidermek için koyun göndermesi karşılığında Yozgat ili
“malikane” olarak verilmiş.
Ama
halk arasında yakınmalar artmış, İstanbul’a sık sık şikayet mektupları gitmiş.
1757’de
“bak malikaneni elinden alırız haa” deseler de 1761’de Sivas Valiliği de
verilmiş. Ama Ahmet Ağa’ya bu da yetmemiş o, Maraş’ı da istemiş…
İstanbul
bakmış ki olacak gibi değil 1765’de Sivas’a bir ölüm fermanı göndermiş ve Ahmet
Ağa’nın kellesi, bal dolu kase içinde İstanbul’a doğru yolculuğa çıkmış…
1768’de
yerine oğlu Mustafa geçmiş. O da zulümde
babasından geri kalmadığından, bir süre sonra, “lan sonum babam gibi olmasın”
diyerek kırk has adamına tüfek talimleri yaptırırken, adamları tarafından
vurulmuş…
Yerine
geçen kardeşi Süleyman ise halka daha yumuşak davranmış. Yozgat’ı imar etmiş,
büyütmüş, şehir haline getirmiş. Başka şehirlerden ustalar getirip zanaatı
geliştirmiş. Ama İstanbul’la iyi ilişkiler kurmayı hiç ihmal etmemiş…
Onun
bu çabaları sonunda da İstanbul, hükümet, saray “çapanoğlu”dan geçilmez olmuş.
Vezir onlardan, padişah yaveri onlardan, ilk hariciye nazırı onlardan, kaymakam
onlardan, posta teşkilatı başı onlardan, her şey onlardan olmuş …
Tahttan
indirme içinde de yer almışlar, tahta çıkarma içinde de…
“Nizam-ı
Cedid Ordusu”nun kurulmasına da karışmışlar, “Sekban-ı Cedid” askerinin
eğitilmesini de üstlenmişler... Ve…
Bir
süre sonra Yozgat, Sivas, Kayseri, Amasya, Şarki, Karahisar, Maraş, Antep,
Rakka, Adana, Tarsus, Konya Ereğlisi, Niğde, Nevşehir, Kırşehir ve Ankara
Çapanoğullarının olmuş… Güçleri yanında biraz sır, biraz gizli kapaklı işler,
biraz alavere dalavere, biraz hile hurda da etkili olmuş elbette…
İşte
bu deyim de Çapanoğullarının böylesine güçlü zamanlarında ortaya çıkmış…
Çapanoğullarının
İstanbul’u ve Saray’ı sardıkları böylesi bir zamanda bir gün, padişah 2.Mahmud,
sarayın has bahçesinde lalası ile gezinmektedir…
Yapılan
tüm atamaların, görevden almaların altından Çapanoğlu beylerinin çıkması,
padişahın canını çok sıkmakta, söylenip, lalasına dert yanmaktadır…
O
sırada lala, önlerine çıkan bir taş parçasını “padişahın ayağına dokunmasın”
diye düşünerek olsa gerek, ayağı ile kenara iter…
Bunu
gören 2.Mahmud, “Aman lala” der, “Aman ne yapıyorsun. Dikkat et o taşın
altından da bir Çapanoğlu çıkmasın…”
Ki
daha sonraları da çıkarlar her taşın altından…
Kurtuluş
Savaşı döneminde isyan ederler Ankara’ya…
Mustafa
Kemal Paşa Milli Mücadele’ye katılmaları için mektup gönderse de…
O
zamanki liderlerinden Celal Bey, “Ankara’daki meclisin meşru olmadığına” dair
fetva okutup, camideki sancağı çıkarır ve halife adına bayrak açar…
“İdareyi
ele aldığını” söyleyerek, kendisine bir vali ve emniyet müdürü tayin eder…
Sonunda
Çerkez Ethem, isyanı bastırır, konaklarını yakar, mallarına el koyup Ankara’ya
götürür ki küçükbaş ve büyükbaş hayvanları “Karacabey Hamamı” karşısında
haftalarca satılır da yine de bitmez…
İşte padişah 2.Mahmud’un
yakınma içeren bu sözü, “gizli kapaklı işleri” anlatan bir deyim olmuş ve
günümüze kadar gelmiş…