“Ebem
boku yağmaya gitti, bi parmakta ben çalıym”…
Mehmet
Ali Erbil parmağını çevire çevire gözümüze sokarken,
Bir
yandan da tehditvari bir şekilde sırıtarak soruyordu…
“Cevap
verecek misin? Bak yoksa ‘kutunu’ açarım
haa…”
Ardından
yalvaran bir kadın sesi, ekranlardan evlerimize doluyordu…
“N’oluuur
yardım edin Memedali beeyyyy”…
O
kadar kanıksadık ki, başlarda kızsak da güldük geçtik çoğu zaman…
Ama
sanki “start” gibi bir şeydi bu “n’oluur
Memedali beyyy” sözü…
Sonra
pek çok haber, günlük yaşamımızın ayrılmaz parçası haline geldi…
Bedava
dağıtılan plastik topları kapmak için koca koca adamlar, çocukları mı
dövmediler,
Market
açılışında kadın erkek demeden, ezilme pahasına içeri girmeye çalışanlar yara
bere içinde mi kalmadılar,
Yaşını
başını almış kadınlar, izdihamdan korkup kaçan kamyon kasalarına asılıp
yerlerde mi sürüklenmediler,
Yardım
paketi dağıtımlarında meydan kavgaları mı çıkmadı…
Zaman
içinde öyle bir yerleşti ki bu “alışkanlık”, neredeyse bir “kültür”e,
Hatta
siyasetin önemli bir aracı, önemli bir argümanı olan bir kültüre,
Sosyologların
“sadaka kültürü” dediği bir kültüre dönüştü...
Yoksullukla
falan da pek bir ilgisi kalmamıştı artık…
Çünkü
bir mağazanın “ünlüler” için yaptığı indirim günleri,
“Kapalı
gişe” olmuş, o “ünlü” dediğimiz, medyada salına salına arz-ı endam eden
arkadaşlar birbirlerini ezmişlerdi, üç beş parça giysi için…
Sosyologlar
ve sosyal psikologlar bu kültürü, “demokrasi ve insan hakları ile taban tabana
zıt, insanın birey olması yolunda en büyük engel” olarak görseler de…
“İnsanı
itaat etmeye ve aşağılanmaya sessiz kalma şartlanması” deseler de…
Toplum
başka bir “şeye” dönüşmüştü artık.
Oysa…
“Bana
balık verme, balık tutmayı öğret” öğretisi zaten olmayan toplumun hiç değilse,
Geleneklerle
gelen bir “ayıbını, eksiğini, yoksulluğunu sakla” öğretisi vardı içinde…
Misal…
“Sadaka
Taşı” varmış bir zamanlar. Hani…
“Derdini
kimseye anlatamayan fakir fukara, ihtiyacı olduğunda gelip alsın” diye
üzerindeki oyuğa gönülden koptuğunca para bırakılan,
“Alırken
utanmasın” diyerek, cami, hastane bahçelerinin en tenha yerlerine dikilen,
“Çoluk
çocuk çalmasın” diyerek genellikle 2 metre yüksekliğinde “sadaka taşları”…
Pek
çok şehirde bulunan bu taşlara, pek çok değişik isimde verilmiş…
“Sadaka
Taşı” denmiş, “Zekat Taşı” denmiş,
“Zekat
Kuyusu”, “Dilenci Mihrabı”, “Hacet Taşı” denmiş,
“İhtiyaçgah”,
“Fıkara Taşı”, “Hayrat Deliği” denmiş…
İhtiyacı
olan fakir fukara, “aman kimse görmesin” diyerek özellikle gece yarısı ortalık
tenhalaşınca taşın yanına gelir, buraya bırakılmış paralardan ihtiyacı kadarını
alır ve böylece de ne veren alanı, ne de alan vereni görmezmiş…
Ama…
Artık öyle değil…
Artık
bazıları anladılar ki…
“Dilenci,
ihtiyaç nedeniyle değil, para kazanabileceğini anladığı için dilenir”.
Artık
inandılar ki “ağlamayana meme vermiyorlar”…
Ve yine
başka birileri de anladılar ki “bazılarını kullanmanın en iyi yolu, almaya alıştırmaktır”.
Yani birinin dediği gibi “itaat et, rahat et”…
Eh
ne diyelim…
“Ebem
boku yağmaya gitti, bir parmakta ben çalayım”…
Koşsunlar bakalım…