5 Mayıs 2016 Perşembe


“Ebem boku yağmaya gitti, bi parmakta ben çalıym”…
Mehmet Ali Erbil parmağını çevire çevire gözümüze sokarken,
Bir yandan da tehditvari bir şekilde sırıtarak soruyordu…
“Cevap verecek misin?  Bak yoksa ‘kutunu’ açarım haa…”
Ardından yalvaran bir kadın sesi, ekranlardan evlerimize doluyordu…
“N’oluuur yardım edin Memedali beeyyyy”…
O kadar kanıksadık ki, başlarda kızsak da güldük geçtik çoğu zaman…
Ama sanki  “start” gibi bir şeydi bu “n’oluur Memedali beyyy” sözü…
Sonra pek çok haber, günlük yaşamımızın ayrılmaz parçası haline geldi…
Bedava dağıtılan plastik topları kapmak için koca koca adamlar, çocukları mı dövmediler,
Market açılışında kadın erkek demeden, ezilme pahasına içeri girmeye çalışanlar yara bere içinde mi kalmadılar,
Yaşını başını almış kadınlar, izdihamdan korkup kaçan kamyon kasalarına asılıp yerlerde mi sürüklenmediler,
Yardım paketi dağıtımlarında meydan kavgaları mı çıkmadı…
Zaman içinde öyle bir yerleşti ki bu “alışkanlık”, neredeyse bir “kültür”e,
Hatta siyasetin önemli bir aracı, önemli bir argümanı olan bir kültüre,
Sosyologların “sadaka kültürü” dediği bir kültüre dönüştü...
Yoksullukla falan da pek bir ilgisi kalmamıştı artık…
Çünkü bir mağazanın “ünlüler” için yaptığı indirim günleri,
“Kapalı gişe” olmuş, o “ünlü” dediğimiz, medyada salına salına arz-ı endam eden arkadaşlar birbirlerini ezmişlerdi, üç beş parça giysi için…
Sosyologlar ve sosyal psikologlar bu kültürü, “demokrasi ve insan hakları ile taban tabana zıt, insanın birey olması yolunda en büyük engel” olarak görseler de…
“İnsanı itaat etmeye ve aşağılanmaya sessiz kalma şartlanması” deseler de…
Toplum başka bir “şeye” dönüşmüştü artık.
Oysa…
“Bana balık verme, balık tutmayı öğret” öğretisi zaten olmayan toplumun hiç değilse,
Geleneklerle gelen bir “ayıbını, eksiğini, yoksulluğunu sakla” öğretisi vardı içinde…
Misal…
“Sadaka Taşı” varmış bir zamanlar. Hani…
“Derdini kimseye anlatamayan fakir fukara, ihtiyacı olduğunda gelip alsın” diye üzerindeki oyuğa gönülden koptuğunca para bırakılan,
“Alırken utanmasın” diyerek, cami, hastane bahçelerinin en tenha yerlerine dikilen,
“Çoluk çocuk çalmasın” diyerek genellikle 2 metre yüksekliğinde “sadaka taşları”…
Pek çok şehirde bulunan bu taşlara, pek çok değişik isimde verilmiş…
“Sadaka Taşı” denmiş, “Zekat Taşı” denmiş,
“Zekat Kuyusu”, “Dilenci Mihrabı”, “Hacet Taşı” denmiş,
“İhtiyaçgah”, “Fıkara Taşı”, “Hayrat Deliği” denmiş…
İhtiyacı olan fakir fukara, “aman kimse görmesin” diyerek özellikle gece yarısı ortalık tenhalaşınca taşın yanına gelir, buraya bırakılmış paralardan ihtiyacı kadarını alır ve böylece de ne veren alanı, ne de alan vereni görmezmiş…
Ama… Artık öyle değil…
Artık bazıları anladılar ki…
“Dilenci, ihtiyaç nedeniyle değil, para kazanabileceğini anladığı için dilenir”.
Artık inandılar ki “ağlamayana meme vermiyorlar”…
Ve yine başka birileri de anladılar ki “bazılarını kullanmanın en iyi yolu, almaya alıştırmaktır”. Yani birinin dediği gibi “itaat et, rahat et”…
Eh ne diyelim…
“Ebem boku yağmaya gitti, bir parmakta ben çalayım”…
Koşsunlar bakalım…