27 Mayıs 2016 Cuma


“Ahfeş’in keçisi gibi başını sallamak”…
“Ahfeş” aslında bir göz hastalığı… Güneşe ve ışığa aşırı duyarlılık gösteren hastaların gözleri küçüktür ve gözlerini kısarak bakarlar. Gündüzleri ve gün ışığında zayıf, geceleri ve bulutlu havalarda ise daha iyi görürler.
Kaynaklara göre “Ahfeş”, Arap dil alimlerinden üç ayrı kişinin lakabı…
“Ebü’l-Hasan Said bin Mes’ade”, “Ebü’l-Hattab Abdülhamid” ve “Ali bin Süleyman”…
Üç alimde bu hastalıktan muzdarip olduğundan üçüne de aynı lakap verilmiş.
Ama deyim hangisinden doğmuş bu bilinmemekte…
Kaynaklar deyimin öyküsünü şöyle anlatıyor…
Ahfeş, yaşadığı çevrede dil konusunda anlattıklarını dinleyecek, verdiği derslere katılacak kimseleri bulamaz… Katılan birkaç öğrenci dersi asar, eş dost ise bir gün gelirse üç gün gelmezmiş. Ama ister görev bilinci deyin, ister sorumluluk ya da aldığı parayı hak etme, Sınıf boş olsa bile Ahfeş ders vermeyi aksatmazmış.
Ancak eskiden kalma bir alışkanlığı varmış Ahfeş’in…
Çömezliğinden beri dersini arkadaşlarına anlatıp, onların doğrulamasını almadan rahat edemediğinden, boş sınıfta anlattıklarına onay verecek, “evet” diyecek kimseyi bulamamak ruhsal olarak büyük sıkıntı yaratıyormuş…
Yaşadığı sıkıntılı durumu, bilge saydığı bir dostu ile paylaşmış…
Dostunun verdiği “akıl”, başta saçma gelse de uygulamaya karar vermiş…
Bir keçi almış pazardan ve keçinin boynuna bir yular geçirerek, bir öğrenci gibi her gün sınıfa getirmeye başlamış. Sınıfta keçiyi karşısına alıyor, dersini anlatıyor, kendince gerekli gördüğü yerlerde keçiye dönüp “Anladın mıı?” diye soruyormuş…
Ama bu soruyu sorarken de keçinin yularını çekiştiriyormuş.
Yuları çekilen keçi de zorunlu olarak kafasını sallıyor, Ahfeş ise bunu “onay” kabul edip diğer konuya geçiyormuş…
Ahfeş ile gide gele, her derste sürekli yuları çekile çekile bu duruma alışan keçi, bir süre sonra yulara da çekiştirmeye de gerek kalmadan “Anladın mı?” sözünü duyar duymaz kafasını sallamaya başlamış…
En sonunda da keçinin bu durumu, “karşısındakinin ne söylediğini dinleyip anlamadan evet deyip kafa sallayanları” anlatan bir deyim olmuş…
Ama kafa sallamak hiçbir zaman Ahfeş’in keçisiyle sınırlı kalmamış…
Özellikle de doğu kültüründe…
Biri batı, diğeri doğu kültürünün ürünü şu iki sözcüğü çok duymuşuzdur…
“Soytarı” ve “Dalkavuk”…
Ayni gibi görülseler de biri “hicveder”, diğeri “pandik yer”. Şöyle ki…
“Soytarı” sözcüğü aslında Arapça… “Sahte fallus (erkeklik organı) takarak gülünç ve müstehcen oyunlar oynayan kişiler” için kullanılan “sa’tir” sözcüğünden geliyor.
Ahmet Vefik Paşa, “Lehçe-i Osmani” de soytarıyı, “taklitçi, maskara” olarak açıklıyor.
İngilizcede “jester”, Fransızcada ise “minstrel” deniyor…
Kağıt oyunlarındaki her derde deva “joker”, aslında soytarının tamda kendisi…
Soytarıların kralı eğlendirmek ve keyiflendirmek gibi bir görevi var elbet. Ama…
“Kral düşerse soytarı güler” derler hani…
Çünkü soytarının en önemli görevi, bağlı olduğu “güçlünün” yanlış ve hatalı taraflarını, gülünç yönüyle de olsa eleştirmek ve “göze sokmak”. Misal…
1386 yılında Avusturya Dükü, İsviçre’ye saldırmak için savaş konseyini toplar. Herkes İsviçre’ye nasıl girilebileceğini anlatmaya çalışırken, dükün soytarısı dayanamayıp,
“Siz ahmaklar, hepiniz İsviçre’ye nasıl gireceğinizi biliyorsunuz da, bir taneniz bile geri nasıl çıkabileceğimizi neden söyleyemiyor?” diye söylenir.  Misal…
Sert kişiliği ile tanınan İngiltere Kralı 8.Henry’nin efsane soytarısı “Will Somers”, asla kralın önünde eğilmez, krala “majesteleri” değil “Harry” şeklinde hitap eder ve kralın en yakın ahbabıdır…
“Dalkavuk” ise Türkçe bir sözcük... “Sallamak, çırpmak” anlamındaki “dal” köküne ek yapılarak  türetilmiş ve “kavuk sallayan” anlamına geliyor…
Her meslek erbabı kafasına bir şey takmak ya da kavuğuna bir şey sarmak zorunda olduğundan, makbul bir iş sayılmayan dalkavukluğu yapanlar hangi başlığı taksalar, gerçek başlık sahipleri isyan etmiş. En sonunda da dalkavuklara üzerine hiçbir şey sarılmayan kavuk uygun görülmüş… Yani boş, çıplak, dal kavuk…
Hiçbir işaret olmayan bu kavuğu takanlara da halk “dalkavuk” demeye başlamış…
Şemseddin Sami, “Kamus-i Türki” de, dalkavuğu, “para kazanmak için birini öven, kendi ağırlık ve onurunu koruyamayan” şeklinde açıklıyor…
TDK Sözlüğünde ise “kendisine çıkar sağlayacak olanlara aşırı bir saygı ve hayranlık göstererek yaranmak isteyen kimse, huluskar, yağcı, yalaka, yağdanlık, yalpak, yaltak, yaltakçı, kemik yalayıcı, çanak yalayıcı” olarak açıklanıyor…
Yani dalkavuğun görevi, kim para verirse onu eğlendirmek, “evet efendim, haklısınız efendim” diyerek kavuk sallamak kısacası…
Hatta dalkavuklar bu işi öylesine meslek edinmişler ki, “bu işi her önüne gelen yapmasın” diyerek padişah 1.Mahmut’a dilekçeyle başvurmuşlar. Birde “kabulü” için tarife eklemişler dilekçeye… “Yaptıkları işe karşılık şu paraları istemişler tarifede…
“Dalkavuğun burnuna fiske - Başına kabak vurma-vuruş başına 20 para / Oturduğu yerden iterek atma- Yüzüne tokat atma, tokat başına 30 para /Yüzünü mürekkep ya da başka şeyle boyama 37 para / Domuzbağı ile bağlama-Üzümü salkımıyla yedirme-Kafasına yumruk vurma 40 para / Sakalını yolmak ya da boyamak 60 para / Merdivenden yuvarlamak 180 para / Eyersiz yabani ata bindirme 300 para / Fındık faresini kuyruk dışarıda kalacak şekilde ağzına sokmak 400 para / Bostan kuyusuna atma 600 para”…
Yani parasını verdiğin sürece yanında olmuş ve eğlendirmiş dalkavuk…
Hiç itiraz etmeden, asla uyarmadan ama hep “ihaneti cebinde taşıyarak”…