“Ahfeş’in keçisi gibi başını sallamak”…
“Ahfeş”
aslında bir göz hastalığı… Güneşe ve ışığa aşırı duyarlılık gösteren hastaların
gözleri küçüktür ve gözlerini kısarak bakarlar. Gündüzleri ve gün ışığında
zayıf, geceleri ve bulutlu havalarda ise daha iyi görürler.
Kaynaklara
göre “Ahfeş”, Arap dil alimlerinden üç ayrı kişinin lakabı…
“Ebü’l-Hasan
Said bin Mes’ade”, “Ebü’l-Hattab Abdülhamid” ve “Ali bin Süleyman”…
Üç
alimde bu hastalıktan muzdarip olduğundan üçüne de aynı lakap verilmiş.
Ama
deyim hangisinden doğmuş bu bilinmemekte…
Kaynaklar
deyimin öyküsünü şöyle anlatıyor…
Ahfeş,
yaşadığı çevrede dil konusunda anlattıklarını dinleyecek, verdiği derslere
katılacak kimseleri bulamaz… Katılan birkaç öğrenci dersi asar, eş dost ise bir
gün gelirse üç gün gelmezmiş. Ama ister görev bilinci deyin, ister sorumluluk
ya da aldığı parayı hak etme, Sınıf boş olsa bile Ahfeş ders vermeyi
aksatmazmış.
Ancak
eskiden kalma bir alışkanlığı varmış Ahfeş’in…
Çömezliğinden
beri dersini arkadaşlarına anlatıp, onların doğrulamasını almadan rahat
edemediğinden, boş sınıfta anlattıklarına onay verecek, “evet” diyecek kimseyi
bulamamak ruhsal olarak büyük sıkıntı yaratıyormuş…
Yaşadığı
sıkıntılı durumu, bilge saydığı bir dostu ile paylaşmış…
Dostunun
verdiği “akıl”, başta saçma gelse de uygulamaya karar vermiş…
Bir
keçi almış pazardan ve keçinin boynuna bir yular geçirerek, bir öğrenci gibi
her gün sınıfa getirmeye başlamış. Sınıfta keçiyi karşısına alıyor, dersini
anlatıyor, kendince gerekli gördüğü yerlerde keçiye dönüp “Anladın mıı?” diye
soruyormuş…
Ama
bu soruyu sorarken de keçinin yularını çekiştiriyormuş.
Yuları
çekilen keçi de zorunlu olarak kafasını sallıyor, Ahfeş ise bunu “onay” kabul
edip diğer konuya geçiyormuş…
Ahfeş
ile gide gele, her derste sürekli yuları çekile çekile bu duruma alışan keçi,
bir süre sonra yulara da çekiştirmeye de gerek kalmadan “Anladın mı?” sözünü
duyar duymaz kafasını sallamaya başlamış…
En
sonunda da keçinin bu durumu, “karşısındakinin ne söylediğini dinleyip
anlamadan evet deyip kafa sallayanları” anlatan bir deyim olmuş…
Ama
kafa sallamak hiçbir zaman Ahfeş’in keçisiyle sınırlı kalmamış…
Özellikle
de doğu kültüründe…
Biri batı, diğeri doğu kültürünün ürünü şu
iki sözcüğü çok duymuşuzdur…
“Soytarı”
ve “Dalkavuk”…
Ayni
gibi görülseler de biri “hicveder”, diğeri “pandik yer”. Şöyle ki…
“Soytarı”
sözcüğü aslında Arapça… “Sahte fallus (erkeklik organı) takarak gülünç ve
müstehcen oyunlar oynayan kişiler” için kullanılan “sa’tir” sözcüğünden
geliyor.
Ahmet
Vefik Paşa, “Lehçe-i Osmani” de soytarıyı, “taklitçi, maskara” olarak
açıklıyor.
İngilizcede
“jester”, Fransızcada ise “minstrel” deniyor…
Kağıt
oyunlarındaki her derde deva “joker”, aslında soytarının tamda kendisi…
Soytarıların
kralı eğlendirmek ve keyiflendirmek gibi bir görevi var elbet. Ama…
“Kral
düşerse soytarı güler” derler hani…
Çünkü
soytarının en önemli görevi, bağlı olduğu “güçlünün” yanlış ve hatalı
taraflarını, gülünç yönüyle de olsa eleştirmek ve “göze sokmak”. Misal…
1386
yılında Avusturya Dükü, İsviçre’ye saldırmak için savaş konseyini toplar.
Herkes İsviçre’ye nasıl girilebileceğini anlatmaya çalışırken, dükün soytarısı
dayanamayıp,
“Siz
ahmaklar, hepiniz İsviçre’ye nasıl gireceğinizi biliyorsunuz da, bir taneniz
bile geri nasıl çıkabileceğimizi neden söyleyemiyor?” diye söylenir. Misal…
Sert
kişiliği ile tanınan İngiltere Kralı 8.Henry’nin efsane soytarısı “Will
Somers”, asla kralın önünde eğilmez, krala “majesteleri” değil “Harry” şeklinde
hitap eder ve kralın en yakın ahbabıdır…
“Dalkavuk”
ise Türkçe bir sözcük... “Sallamak, çırpmak” anlamındaki “dal” köküne ek
yapılarak türetilmiş ve “kavuk sallayan”
anlamına geliyor…
Her
meslek erbabı kafasına bir şey takmak ya da kavuğuna bir şey sarmak zorunda
olduğundan, makbul bir iş sayılmayan dalkavukluğu yapanlar hangi başlığı
taksalar, gerçek başlık sahipleri isyan etmiş. En sonunda da dalkavuklara
üzerine hiçbir şey sarılmayan kavuk uygun görülmüş… Yani boş, çıplak, dal
kavuk…
Hiçbir
işaret olmayan bu kavuğu takanlara da halk “dalkavuk” demeye başlamış…
Şemseddin
Sami, “Kamus-i Türki” de, dalkavuğu, “para kazanmak için birini öven, kendi
ağırlık ve onurunu koruyamayan” şeklinde açıklıyor…
TDK
Sözlüğünde ise “kendisine çıkar sağlayacak olanlara aşırı bir saygı ve
hayranlık göstererek yaranmak isteyen kimse, huluskar, yağcı, yalaka,
yağdanlık, yalpak, yaltak, yaltakçı, kemik yalayıcı, çanak yalayıcı” olarak
açıklanıyor…
Yani
dalkavuğun görevi, kim para verirse onu eğlendirmek, “evet efendim, haklısınız
efendim” diyerek kavuk sallamak kısacası…
Hatta
dalkavuklar bu işi öylesine meslek edinmişler ki, “bu işi her önüne gelen
yapmasın” diyerek padişah 1.Mahmut’a dilekçeyle başvurmuşlar. Birde “kabulü”
için tarife eklemişler dilekçeye… “Yaptıkları işe karşılık şu paraları
istemişler tarifede…
“Dalkavuğun
burnuna fiske - Başına kabak vurma-vuruş başına 20 para / Oturduğu yerden
iterek atma- Yüzüne tokat atma, tokat başına 30 para /Yüzünü mürekkep ya da
başka şeyle boyama 37 para / Domuzbağı ile bağlama-Üzümü salkımıyla
yedirme-Kafasına yumruk vurma 40 para / Sakalını yolmak ya da boyamak 60 para /
Merdivenden yuvarlamak 180 para / Eyersiz yabani ata bindirme 300 para / Fındık
faresini kuyruk dışarıda kalacak şekilde ağzına sokmak 400 para / Bostan
kuyusuna atma 600 para”…
Yani
parasını verdiğin sürece yanında olmuş ve eğlendirmiş dalkavuk…
Hiç itiraz etmeden, asla
uyarmadan ama hep “ihaneti cebinde taşıyarak”…