31 Mayıs 2016 Salı


“Atı alan Üsküdar’ı geçti”…
Köroğlu efsanesini bilir herkes…
Asıl adı “Ruşen Ali”dir hani…
Doğum ve ölüm tarihleri bilinmese de efsaneye göre, 16.yy.da yaşamıştır. Babası Yusuf, zalim ve adaletsiz Bolu Beyi’nin yanında seyislik yapmaktadır. Ama bir gün Bolu Beyi Yusuf’tan en iyi tayı bulup getirmesini ister. O da arar tarar, getirir bembeyaz bir tay… Ama tay biraz sıska, biraz hastalıklı gibidir…
Çok sinirlenir Bolu Beyi, “mil çektirir” Yusuf’un gözlerine…
Sıska tayı da katar yanına, gönderir evine…
Bolu’nun “Dört Divan” ilçesindedir evleri. Bir ahır yaparlar hemen, ışık girebilecek tüm delikleri kapatarak… Koyarlar sıska kır tayı içine…
Ant içer, yemin eder Ruşen Ali… Babasının intikamını alacak, zalimliğinin cezasını kendi elleriyle kesecektir Bolu Beyi’nden…
Biner Kırata çıkar dağlara, o sıska tay, uçan bir küheylana dönüşmüştür artık.
Ünlenir, ünü her yere yayılır, bir efsane olur “körün oğlu”…
Yiğitlik ve iyilikseverliğin destansı adı olur “Köroğlu”…
Hem adı hem de türküleri yayılır dilden dile…
Ama isyancı Köroğlu ile ozan Köroğlu aynı kişi midir işte orası bilinmez.
Ancak yine de tüm Türk dünyasına yayılan Köroğlu destanının doğuşunu da hazırlar.
Azerbaycan’da da “Koroğlu Efsanesi” vardır misal.
Köroğlu destanı Anadolu insanının yüreğinde yaşayan tutku, istek, değer yargısı ve inançların toplamıdır aslında… Ama…
Köroğlu gerçekten yaşamış mıdır, yaşamış ise kimdir?
Köroğlu hakkında bilgileri ilk veren, anlatılanları derleyip yazıya geçiren Polonyalı şair, araştırmacı ve diplomat “Aleksander Borejko Chodzko” dur. Kitabında şöyle diyor Chodzko… “Bizim eserimizde anlatılanların kahramanı ‘Kurrooğlu’dur. Kendisi ‘Tuka’ Türkmenlerinden olup Kuzey Horasan’ın yerlilerindendir ve 17.yy.ın ikinci yarısında yaşamıştır. Kurrooğlu, ‘Khoi (Hoy)’ ile ‘Erzerum (Erzurum)’ şehirleri arasında bulunan İran’dan Türkiye’ye uzanan büyük ticaret yolundan (İpek Yolu) geçen kervanları yağmalamak ve bu sırada doğaçlama şiirler söylemek suretiyle adını meşhur etmiştir…”
Azerbaycanlı araştırmacı Mirza Velizade Köroğlu’nu, “Kafkasya Hanlarına isyan eden biri” olarak kabul ederken, Evliya Çelebi Köroğlu’ndan “Çerkeş taraflarında yaşamış bir haydut” olarak söz eder…
Ünlü halk bilimci, halk edebiyatı ve folklor araştırmacısı Pertev Naili Boratav’a göre ise Köroğlu, “Celali isyanlarına karışmış bir Celali reisidir”. Tarihi kişilikleri romanlaştıran A.Haydar Avcı’da yine Boratav’la aynı görüşü savunur. 
Araştırmacıların çoğu, Köroğlu’nun eşkıya olduğu konusunda hemfikir olsalar da farklı görüşü savunan uzmanlarda vardır elbet…
Misal tarihçi ve Türkolog “Zeki Velidi Togan” Köroğlu’nu, “ihanet yöntemi ile ele geçirilerek öldürülen ‘Saka’ların kahramanı ve ‘Metehan’ ile birleştirir”…
Ziya Gökalp ise “Köroğlu karakterinin prototipi Gazneli Mahmut’tur” der…
Yaşayıp yaşamadığı tam olarak bilinmese de…
Kimliği hakkında tam bir bilgi olmasa da…
Köroğlu, halkın kahramanıdır. Zenginden alır fakire verir, zalimin hakkından gelir…
Yaşamamış bile olsa hayallerin kahramanı, gönüllerin kurtarıcısıdır o…
Kimin başı sıkışsa yetişir, kim “Aman” dese koşar Köroğlu…
Tıpkı deyimin öyküsünde olduğu gibi…
Nasıl olmuş bilinmez ama rivayete göre Köroğlu’nun Kıratı çalınır…
Kırat olmazsa Köroğlu olabilir mi? Köroğlu için Kırattan önemli ne olabilir ki?
Arar tarar, sorar soruşturur, diyar diyar gezer kimse görmemiştir Kıratı…
Yolu tesadüfen İstanbul’un Avrupa yakasında bir at pazarına düşer. Pazarı gezerken bir bakar ki Kırat karşısında… Kırat’ta tanır Köroğlu’nu kişner, şaha kalkar, eşinir…
Köroğlu müşteri gibi yaklaşır satıcıya…
Bir iki hoş beş, bir iki “en son kaça olur” falan derken atlar Kıratın üstüne…
Kırat ise kuş olur uçar sanki…
Satıcı Köroğlu’nun peşine takılsa da…
Köroğlu ve Kırat ulaşırlar Sirkeci sahiline…
Köroğlu bir sal kiralar, Üsküdar’a doğru yola çıkarlar hemen… 
Satıcı kıyıya vardığında onlar çoktan varmıştır Üsküdar’a…
Satıcı sorar, soruşturur “beyaz bir at üstündeki adamı” ama…
Teknecinin bir yanıtlar…
“Ohoo… Boşuna uğraşma beyim… Atı alan Üsküdar’ı geçti…”

30 Mayıs 2016 Pazartesi


“Havsala”…
Tarih boyu insan aklının almadığı çok şey olmuş yeryüzünde…
Misal, “Büyü” de bunlardan biri…
Ne olduğunu, nasıl olduğunu asla anlamamış insanoğlu…
Anlamamış, anlamadığı, aklı ermediği içinde korkmuş hep…
“Büyü” insanların, doğaüstü ya da mistik yöntemlerle, doğal dünyayı etkilediklerini öne sürdükleri yöntemler bütünü kısacası…
Kimi karışımlar hazırlayarak, kimi büyülü sözler söyleyerek, kimi şekil ya da semboller çizerek, kimi kan veya hayvan yağı kullanarak, kimi de bir insanı sembolize eden kuklalar kullanarak büyü yaptığını iddia etmiş…
Kimi zengin, sağlıklı ve başarılı olmak için, kimi şanslı ve kısmeti açık biri olmak için, kimi birisini kendine aşık etmek için, kimi de birilerini cezalandırmak için çalmış büyü yaptığını iddia edenlerin kapısını…
Ortaçağ’da din adamı, mezarcı, şifacı, demirci türü bazı meslek erbabının ve ayrıca ruhsal engeli olanların büyücü olduğuna inanılmış…
Bu engellilerin büyü yaparken “çarpıldıklarına” inanılmış çünkü…
Büyücülük Mezopotamya’da filizlenip, MÖ.3 bin yıllarında Mısır ve Babil’de altın çağını yaşamış, pek çok el yazması kitap da yazılmış bu konuda…
En ünlüsü ise 15.yy.da sihirbaz “Ma Abra-Melin”in yazdığı “Kutsal Sihir” kitabı…
Şöyle yazıyor kitapta…
“Maddi dünya kötü ruhların etkisindedir. Ancak büyücü, koruyucu meleğinin yardımıyla ve büyüsel uygulamalara başvurarak kötü güçlere karşı koyabilir, kötü ruhları yönetebilir…”
“Büyü” sözcüğü, “etkileme, yayılma, örtme, kapatma” gibi anlamlar içeren Türkçe “Büy/Büğ/Böğ”  kökünden türemiş bir sözcük. Eski Türklerde “böğe” şaman demek...
Eski Türklerde büyü oldukça  önemli,  doğada bir takım gizli güçler var çünkü.
Orhun Kitabelerinde “yer-su/yar-sub”, Uygurlarda “yir-suv” olarak ifade edilen “doğadaki bu gizli güçler”, korkulan ve saygı gösterilmesi gereken şeylerdir.
Bir yerin kutsal kabul edilmesinin nedeni, bu yerlerin “ruhu” olmasıdır. Çünkü oraların sahibi “izi”lerdir. Bunlara ayrıca “iye”, “yiye”, “eye” gibi isimlerde verilir ki bu inanış halen bazı bölgelerimizde “bizden iyiler” şeklinde yaşamaktadır…
“Şaman” din adamı demek olsa da bazı lehçelerde “büyücü” ve “kahin” anlamına da geliyor. Şamana Altay Türkleri “kam”, Kırgız ve Kazaklar “baksa” ya da “bakşı” diyor..,
İyi ruhlar “Ülgen” başkanlığında gökte, kötü ruhlar ise “Erlik” başkanlığında yeraltında bulunuyor. Dengeyi sağlayan kişi ise “Şaman” olmuş hep…
Bunu nasıl yaptığını, neyle yaptığını bilmesek de…
Bilsek de anlayamayacağız belki de…
“Aklım havsalam almadı” deyip çıkacağız hemen…
Anlamadığımız, anlayamadığımız ya da anlamak istemediğimiz her şeyde aynı sözler dökülüyor dilimizden çünkü…
“Aklım havsalam almıyor”…
Peki nedir bu “havsala”…
Sözlükler,  “Zihnin bir şeyi anlama ve kavrama yetisi, kavrayış” olarak açıklıyor…
“Madden anlama gücü” şeklinde açıklayanlarda var… 
“Havsala” sözcüğü Arapça “hawsala” sözcüğünden geçmiş dilimize…
“Kuş kursağı, Mide” anlamına geliyor. Ama…
Sözcüğü ilginç kılan Anatomi bilimi açısından olan anlamı… Çünkü…
“Leğen kemiği, Leğen kemiğinin alt büyük boşluğu” anlamları yanında, kadınlarda “Orgazma yardımcı olan kaslara” da “havsala kasları” deniyor…
 “…Havsala kasları, havsala kemiği içinde, vajinayı saran, at nalı şeklindeki uyarıcı kaslardır.  Kadının orgazmındaki karakteristik bir belirti, havsala kaslarının kasılmasıdır…”
Anatomi ile ilgili kitaplar böyle yazıyor… O nedenle…
“Aklım havsalam almıyor” derken bence bir kez daha düşünün…

29 Mayıs 2016 Pazar


“ ‘İç’ dediysek, ‘Çeşmeyi kurut’ da demedik ya”…
“Adam”, Arapça “İnsanların atası, Adem, insanoğlu” demek…
Bu sözcük Arapçaya, İbranice “İnsan” anlamına gelen “Adham” sözcüğünden geçmiş.
Dinsel metinlere baktığımızda “Adem”, insanın başlangıcıdır…
İnsanın ortaya çıkışı ise bazı iyi şeyler yanında, her ne kadar suç “şeytan”ın da olsa tamahın, hırsın, açgözlülüğün ve haddini bilmemenin de ortaya çıkışıdır aslında...
Adem topraktan yaratılır, “yeme” dedikleri meyveyi yer ve kovulur Cennet’ten…
Başlar böylece kimilerinin“insani” bulduğu bazı duygu ve düşünceler…
Ardından “Habil ile Kabil” bu “insani” duyguları çeşitlendirir ve “Kabil öldürür Habil’i”…
Sorumlu “kıskançlık” dense de hırstır, tamahtır, haddini bilmemektir ana neden…
Efsanelere bakınca da değişmez durum…
Girit uygarlığının kralı Minos’un karısı, boğa başlı insan vücutlu bir canavar doğurur. Kral, “Daedalus” adlı mimarı çağırarak, canavarı hapsetmek için karışık yollar ve odalardan oluşan büyük bir kale yapmasını ister. Mimar ve oğlu “İkarus”, yaparlar kaleyi. Ancak bir adam, mimardan aldığı akılla kaleye girip canavarı öldürünce kral çok kızar ve mimar ile oğlunu kaleye hapseder. Mimar, kaleden kaçmak için balmumu ve kuşlardan dökülen tüylerle kanat yapar. Oğlunu, “güneşe de denize de yaklaşma, kanatların ya erir ya da nemlenir” diye uyarır ama dinlemez İkarus... Kaçmanın ve uçmanın verdiği coşku ile yaklaşır güneşe ve erir kanatlar…
Tarihe baktığımızda ise o kadar çoktur ki örnekler…
Misal, “Büyük İskender”…
Yeni yerler fethetmek için çıkar yola, sefer o kadar uzar ki adamları bile isyan eder. Ama o geri dönmeyi bilmediğinden, bir yerlerde hastalanarak genç yaşta ölür gider…
Misal, “Marcus Licinius Crassus”…
Julius Sezar’ın en ünlü generali ve ortağıdır. Roma’da ne zaman yangın çıksa hemen askerleriyle koşar, “bize satarsan söndürürüz” diyerek yok pahasına evi satın alır ve ondan sonra yangını söndürür. Kârı da Sezar’la kırışır…
Misal, “Papa 4.Sixtus”…
“Ölülerin ruhları bu af belgesi olmadan cennete gidemez” diyerek düzenlediği uyduruk belgeleri satar ve muazzam servet yapar…
Misal, “Express Dowager Cixi”…
Cariyeyken Çin İmparatoriçesi olur. Ordunun parasını kendine fildişi ziyafet kayığı, 150 kişilik yemek masası ve altın çöp şişler yaptırmak için harcar. 3 bin adet mücevher kutusu vardır ama ne kadar mücevheri olduğunu kimse bilemez…
Misal, “Imelda Marcos”…
Tek özelliği Filipin’i yöneten bir adamın eşi olmasıdır. Halk açlıktan kırılırken onun hiç giymediği 3 bin ayakkabısı vardır. Buna rağmen Newyork ve Roma’ya “alışverişe” giderken yanında 5 milyon dolar götürür…
Osmanlıda da vardı bunlardan bolca…
Misal “Kehle-i İkbal” yani “İkbal Biti Damat Rüstem Paşa”…
Osmanlıya devşirme olarak gelir, “cüzam” söylentisi, “bit araması” falan derken kader onu Kanuni’ye damat yapar. Ama o kaynana Hürrem’le bir olup rüşveti kurumsallaştırıp, devrinin Kanuni’den sonra en zengin adamı olur.
Misal, 4.Murat’ın “Müneccimbaşı’sı Hüseyin Efendi”…
Sıradan bir saatçi iken müneccimbaşılığa yükselen bu adam, tüm tayin ve azillerde yetkilidir. Kimden rüşvet almışsa “koltuğa” onu oturttuğu için serveti muazzamdır… Hatta “hediye getirmedi” diye Avusturya elçisini bile tehdit etmekten çekinmez…
Misal, 3.Mehmet’in “Hadımağası Hasan Paşa”…
Sarayda boşalan tüm makamları para karşılığı satar. Aldığı altınları doldurduğu Maraş işi sandıkların sayısını bilen bile yoktur.
Misal, Kösem Sultan ile kavgalı olan gelini Turhan Sultan’ın “Melekî Kalfa”sı…
Sultanla bir “görüştürme” için aldığı rüşvet bile korkunçtur.
Misal, “Boncuklu Deli İbrahim”…
Kaldığı kafeste “ha bugün, ha yarın” diye öldürülme korkusuyla kafayı yiyip, sonra kaderin cilvesi padişah olur. Balıklara altında atar, her yeri samur kürkle de kaplar. Hazinede para kalmayınca, kim samur kürk getirirse onu makam sahibi yapar. Yetmez, Yeniçeri’ye “samur kürk vergisi” koyar ama bu sonu olur.
Misal, Boncuklu Deli İbrahim’in “Şekerpare”si…
Boncuklu, cariyelerinden sıkılınca “İstanbul’un en şişman kadınını” ister, böylece bahtı açılır, “gözde” olur. Ama bir süre sonra kendisine rüşvet almak bile yetmez, adam tutup haraç toplamaya başlar. Sürgüne gittiğinde 16 sandık altını çıkınca Boncuklu bile,“Hay kafir. Ekmek alacak akçem yok deyu yemin eder idi” diye şaşırır.
Neyse…
Hani bir “kıssa”da söylendiği gibi… Âlimin birine, “En iyi bildiğiniz şey nedir?” diye sorduklarında, “Haddimi bilirim” demiş ya…
Açgözlülük, insanın elindeki ile yetinmeyi bilmeyip, daha fazlası için uğraşması, doymak bilmez bir iştahla her şeye saldırmasıdır.
“Freud”un dediği gibi kısaca… “Ego, şahlanmış bir at üzerindeki şövalye gibidir”…
“İç” dediğin an, artık kurutmadık ne çeşme bırakır ne de kaynak…

28 Mayıs 2016 Cumartesi


“Navrak”…
“Vurur yüze ifadesi, bilmem ne olmuş bi’tanesi”…
Başlarda sadece bir şarkı sözüydü ama sonradan sosyal medyanın en sevdiği ve her duruma kullandığı “maymuncuk” oldu… Peki “ifadesi” gerçekten yüze vurur mu?
Kaynaklar Babil’de beden dili ve yüz okuyan kişiler olduğunu ve insanların “çözemedikleri” kişiler için bunlardan yardım istediğini yazıyor.
Ayrıca yine eski Çin’de “yüz okuma”, en ilgi duyulan alanların başında gelmiş. Konunun uzmanları insanların yüzüne bakarak onların kişiliklerini anlamaya çalışmışlar. Bunu yaparken de yüzde bulunan 12 noktanın sadece 5’ine bakmışlar.
Yani “kaş, göz, kulak, burun ve ağız”… Geriye kalan 7 noktayla, “çene, yüz çizgileri, kaşlar, baş tipi, ben, gamze” ile kimse ilgilenmemiş… Ama o zamanlar…
Çünkü şimdilerde uzmanlar, yüzde bulunan her noktayla ilgileniyor…
Misal, “Paul Ekman” ünlü bir antropolog…
1970’li yıllardan bu yana, “insan duygularının yüz ifadelerine ve mimiklere yansıması” konusunda bilimsel çalışmalar yapan bir uzman…
Paul Ekman’ın yaptığı çalışmalara göre ırk, ulus, cinsiyet veya kültür fark etmeksizin, insan duygularının yüzdeki yansıması evrenseldir. 6 temel ifade, yani “Öfke, Korku, Tiksinme, Mutluluk, Üzüntü ve Şaşırma”, tüm insanlarda aynı mimiklerle ifade ediliyor. Hatta Ekman, Papua Yeni Gine’de daha önce hiç başka bir insan ırkıyla karşılaşmamış yerlilere, değişik ırk ve ulustan insanların resimlerini gösterdiğinde, ilkel kabile üyeleri bile bu duyguların yüzdeki yansımasını hemen anlamış…
Paul Ekman, “Face” (Yüz) adını verdiği çalışmalarında, “korku” gibi en evrensel olanından, “Latin Amerika alaycı gülümsemesi”ne kadar, her türlü ifadeyi bir araya getirip “hangi duyguların yüzdeki hangi kasları harekete geçirdiğini” belirliyor.
Yaptığı bu bilimsel çalışmanın sonuçları ise şimdilerde, havaalanlarında yaygın olarak bulunan terör eylemi gerçekleştirme olasılığı olanlara karşı “yüz tanıma sistemleri”nden, kumarhanelerde hile yapanları tespit eden kameraların içindeki akıllı yazılımlara kadar pek çok yerde kullanılıyor.
Ekman’a göre  “yüz ifademiz”, içimizdeki şeylerin dışa yansımasından başka bir şey değildir. Niyetimiz, hedef, düşünce, mutluluk veya kızgınlığımız, karşı tarafa olan tüm duygularımız hep yüzümüzdedir…
“Yüz ifadesi” denen şey aslında, beyinden gelen sinyaller sonucu, yüzdeki belli kas gruplarının kasılmasıdır ki bu nedenle de duygu ve düşünceleri okumak için ana araç yüzdür ve yüz, duyguların birincil merkezidir. Hatta on binden fazla ifade yüzden okunabilir… Hatta bazı insanların yüz ifadeleri, onların kişiliklerini, tutum ve ahlaki değerlerini de gösterir. Şöyle diyor Paul Ekman…
“İnsanlar çoğu zaman sergilenen yüz ifadelerine bakmadıkları için birbirlerini anlamakta sorun yaşarlar”…
Ve yine California Berkeley Üniversitesi’nde “Keltner” ve Harker” tarafından 30 yıl boyunca yapılan bir araştırma sonucuna göre, “Gülümseme, olumlu duyguların davranışsal yansıması ve kendisi ile ilgili olarak çevreye verdiği olumlu bir mesajdır.
Gülümseme aynı zamanda bireylerin kişiliğine ve geleceğine yönelik ipuçları veren en önemli göstergedir. Böyle kişiler daha dışadönük, anlaşılmaya ve anlamaya açık, düşünceli empati yeteneği olan kişiler olduklarından daha sağlıklı ilişkiler kurar ve daha başarılı olurlar. Zevk ya da mutluluk gösteren tek gülümseme, göz çevremizdeki kaslarla yanak kaslarımızın aynı anda çalıştığı gülümseme şeklidir. Bunun dışındakiler ise sahte gülümsemelerdir.” Şimdi…
“Navrak” sözcüğü, “Yüz, çehre”, “Kılık, giyiniş” olarak açıklansa da aslında genel geçer anlamı “Yüzün aldığı sevinç ifadesi, yüzdeki aydınlık olma durumu, ışık” şeklinde açıklanabilir…
Ancak “Navrak” bir kimsenin yüzünde görülen sıcak, olumlu, dışadönük duyguların eksikliğini belirtmek amacıyla, olumsuz anlam yüklenerek kullanılan bir sözcüktür…
Genellikle yergi ve kızgınlık amaçlı “navraksız” şeklinde kullanılır çünkü…
Hani “meymenetsiz” gibidir ya da eskilerin çok kullandığı “nursuz” gibi…
Misal, “Navraksız” denir,
“Hay senin navrağına tüküreyim” denir,
“Navrağı batası” denir…
Ki günümüzde her yer, özellikle de siyaset bunlarla doludur…

27 Mayıs 2016 Cuma


“Ahfeş’in keçisi gibi başını sallamak”…
“Ahfeş” aslında bir göz hastalığı… Güneşe ve ışığa aşırı duyarlılık gösteren hastaların gözleri küçüktür ve gözlerini kısarak bakarlar. Gündüzleri ve gün ışığında zayıf, geceleri ve bulutlu havalarda ise daha iyi görürler.
Kaynaklara göre “Ahfeş”, Arap dil alimlerinden üç ayrı kişinin lakabı…
“Ebü’l-Hasan Said bin Mes’ade”, “Ebü’l-Hattab Abdülhamid” ve “Ali bin Süleyman”…
Üç alimde bu hastalıktan muzdarip olduğundan üçüne de aynı lakap verilmiş.
Ama deyim hangisinden doğmuş bu bilinmemekte…
Kaynaklar deyimin öyküsünü şöyle anlatıyor…
Ahfeş, yaşadığı çevrede dil konusunda anlattıklarını dinleyecek, verdiği derslere katılacak kimseleri bulamaz… Katılan birkaç öğrenci dersi asar, eş dost ise bir gün gelirse üç gün gelmezmiş. Ama ister görev bilinci deyin, ister sorumluluk ya da aldığı parayı hak etme, Sınıf boş olsa bile Ahfeş ders vermeyi aksatmazmış.
Ancak eskiden kalma bir alışkanlığı varmış Ahfeş’in…
Çömezliğinden beri dersini arkadaşlarına anlatıp, onların doğrulamasını almadan rahat edemediğinden, boş sınıfta anlattıklarına onay verecek, “evet” diyecek kimseyi bulamamak ruhsal olarak büyük sıkıntı yaratıyormuş…
Yaşadığı sıkıntılı durumu, bilge saydığı bir dostu ile paylaşmış…
Dostunun verdiği “akıl”, başta saçma gelse de uygulamaya karar vermiş…
Bir keçi almış pazardan ve keçinin boynuna bir yular geçirerek, bir öğrenci gibi her gün sınıfa getirmeye başlamış. Sınıfta keçiyi karşısına alıyor, dersini anlatıyor, kendince gerekli gördüğü yerlerde keçiye dönüp “Anladın mıı?” diye soruyormuş…
Ama bu soruyu sorarken de keçinin yularını çekiştiriyormuş.
Yuları çekilen keçi de zorunlu olarak kafasını sallıyor, Ahfeş ise bunu “onay” kabul edip diğer konuya geçiyormuş…
Ahfeş ile gide gele, her derste sürekli yuları çekile çekile bu duruma alışan keçi, bir süre sonra yulara da çekiştirmeye de gerek kalmadan “Anladın mı?” sözünü duyar duymaz kafasını sallamaya başlamış…
En sonunda da keçinin bu durumu, “karşısındakinin ne söylediğini dinleyip anlamadan evet deyip kafa sallayanları” anlatan bir deyim olmuş…
Ama kafa sallamak hiçbir zaman Ahfeş’in keçisiyle sınırlı kalmamış…
Özellikle de doğu kültüründe…
Biri batı, diğeri doğu kültürünün ürünü şu iki sözcüğü çok duymuşuzdur…
“Soytarı” ve “Dalkavuk”…
Ayni gibi görülseler de biri “hicveder”, diğeri “pandik yer”. Şöyle ki…
“Soytarı” sözcüğü aslında Arapça… “Sahte fallus (erkeklik organı) takarak gülünç ve müstehcen oyunlar oynayan kişiler” için kullanılan “sa’tir” sözcüğünden geliyor.
Ahmet Vefik Paşa, “Lehçe-i Osmani” de soytarıyı, “taklitçi, maskara” olarak açıklıyor.
İngilizcede “jester”, Fransızcada ise “minstrel” deniyor…
Kağıt oyunlarındaki her derde deva “joker”, aslında soytarının tamda kendisi…
Soytarıların kralı eğlendirmek ve keyiflendirmek gibi bir görevi var elbet. Ama…
“Kral düşerse soytarı güler” derler hani…
Çünkü soytarının en önemli görevi, bağlı olduğu “güçlünün” yanlış ve hatalı taraflarını, gülünç yönüyle de olsa eleştirmek ve “göze sokmak”. Misal…
1386 yılında Avusturya Dükü, İsviçre’ye saldırmak için savaş konseyini toplar. Herkes İsviçre’ye nasıl girilebileceğini anlatmaya çalışırken, dükün soytarısı dayanamayıp,
“Siz ahmaklar, hepiniz İsviçre’ye nasıl gireceğinizi biliyorsunuz da, bir taneniz bile geri nasıl çıkabileceğimizi neden söyleyemiyor?” diye söylenir.  Misal…
Sert kişiliği ile tanınan İngiltere Kralı 8.Henry’nin efsane soytarısı “Will Somers”, asla kralın önünde eğilmez, krala “majesteleri” değil “Harry” şeklinde hitap eder ve kralın en yakın ahbabıdır…
“Dalkavuk” ise Türkçe bir sözcük... “Sallamak, çırpmak” anlamındaki “dal” köküne ek yapılarak  türetilmiş ve “kavuk sallayan” anlamına geliyor…
Her meslek erbabı kafasına bir şey takmak ya da kavuğuna bir şey sarmak zorunda olduğundan, makbul bir iş sayılmayan dalkavukluğu yapanlar hangi başlığı taksalar, gerçek başlık sahipleri isyan etmiş. En sonunda da dalkavuklara üzerine hiçbir şey sarılmayan kavuk uygun görülmüş… Yani boş, çıplak, dal kavuk…
Hiçbir işaret olmayan bu kavuğu takanlara da halk “dalkavuk” demeye başlamış…
Şemseddin Sami, “Kamus-i Türki” de, dalkavuğu, “para kazanmak için birini öven, kendi ağırlık ve onurunu koruyamayan” şeklinde açıklıyor…
TDK Sözlüğünde ise “kendisine çıkar sağlayacak olanlara aşırı bir saygı ve hayranlık göstererek yaranmak isteyen kimse, huluskar, yağcı, yalaka, yağdanlık, yalpak, yaltak, yaltakçı, kemik yalayıcı, çanak yalayıcı” olarak açıklanıyor…
Yani dalkavuğun görevi, kim para verirse onu eğlendirmek, “evet efendim, haklısınız efendim” diyerek kavuk sallamak kısacası…
Hatta dalkavuklar bu işi öylesine meslek edinmişler ki, “bu işi her önüne gelen yapmasın” diyerek padişah 1.Mahmut’a dilekçeyle başvurmuşlar. Birde “kabulü” için tarife eklemişler dilekçeye… “Yaptıkları işe karşılık şu paraları istemişler tarifede…
“Dalkavuğun burnuna fiske - Başına kabak vurma-vuruş başına 20 para / Oturduğu yerden iterek atma- Yüzüne tokat atma, tokat başına 30 para /Yüzünü mürekkep ya da başka şeyle boyama 37 para / Domuzbağı ile bağlama-Üzümü salkımıyla yedirme-Kafasına yumruk vurma 40 para / Sakalını yolmak ya da boyamak 60 para / Merdivenden yuvarlamak 180 para / Eyersiz yabani ata bindirme 300 para / Fındık faresini kuyruk dışarıda kalacak şekilde ağzına sokmak 400 para / Bostan kuyusuna atma 600 para”…
Yani parasını verdiğin sürece yanında olmuş ve eğlendirmiş dalkavuk…
Hiç itiraz etmeden, asla uyarmadan ama hep “ihaneti cebinde taşıyarak”…

26 Mayıs 2016 Perşembe


“Şovenizm”…
Uzun yıllar çalışıp emekli olduğum kurum, değişik kadroların arenasıydı sanki…
O kadar değişik kadro tanımı vardı ki aynı işi yapanlar bile farklı kadrodaydılar.
Herkesin ulaşmak istediği kadro ise belliydi.
O kadroda olan pek çokları, diğer kadrolara “değişik” bakarken, diğerleri de onlara “değişik” bakıyordu elbet…
Pek çok arkadaş, o kadroda bulunan bazılarının tavırlarından rahatsız olsalar da sınav mınav, siyasi dayı falan kendileri de o kadroya geçtiklerinde, 
Kazandıkları o ünlü kadronun bir numaralı sevdalısı, fanatiği, “şoven”i olup çıktılar…
Çünkü her ne kadar o kadroda olanlara kızsalar da kadronun kendisine ve gücüne öylesine inanmışlar, öylesine sevdalanmışlardı ki…
Yıllarca o kadroyu almak için debelenmiş, alınca da “ne oldum delisi” olup çıkmışlardı… O zaman onlara da söylemiştim…
“En güçlü şovenizm döneklerdedir”…
“Şovenizm” sözcüğü, TDK Sözlüğünde “Kendi ulusunu öne çıkararak değişik ırk ve uluslar arasında düşmanlık yaratmayı amaçlayan ve bu yolda kışkırtmada bulunan aşırı akım” olarak açıklansa da…
Abartılı, saldırgan bir vatanseverlik ve ulusal üstünlük inancı olarak algılansa da…
Yalnızca vatan, ulus veya ırkla ilgili değildir “şovenizm”…
Şovenizm, bir kişinin üyesi olduğu herhangi bir grubun üstünlüğünü tartışmasız kabul edip, aşırı taraftarlığını yaptığı bu grubun, rakip gruplara karşı üstünlük iddiasını kin ve nefret içeren söylem ve eylemlerle ortaya koymasıdır aslında…
Bu nedenle, ırk, ulus şovenizmi yanında, din şovenizmi, mezhep şovenizmi, bölge şovenizmi, takım şovenizmi, erkek şovenizmi, hatta mimaride bile şovenizm vardır…
Hatta hatta anlattığım gibi iş, meslek, kadro şovenizmi bile oluşabilir insanda…
Sonuçta bu olay, insanın “o şeye” olan bağlılığı, sevgisi, inanmışlığının bir sonucudur.
“Şovenizm”, bir kişinin adından doğmuş bir kavram aslında…
Gerçekliğine veya yaşamış olduğuna ilişkin hep bir “mim” konsada…
Tarihi kaynaklara göre bu kavramın isim babası “Nicolas Chauvin”…
“Chauvin”, rivayetlere göre 1780 yılında Fransa’nın Rachefort kasabasında doğar. Napolyon’un ordusunda asker olan bu adam, Fransa ve özelliklede Napolyon için savaşırken ölümlerden döner. Tam 17 kez yaralanır çünkü…
Ama yine de savaşmaktan vazgeçmez, Napolyon’un ardından ayrılmaz…
Nicolas Chauvin, komutanı Napolyon’a karşı o kadar sarsılmaz, o kadar fanatik sadakatle bağlı bir askerdir ki Napolyon’un “tarihte benzeri olmayan bir lider” olduğuna inancı sonsuzdur, asla sarsılmaz…
Napolyon 1814 yılında sürgüne gönderildiğinde bile her yerde, bulunduğu her ortamda komutanını ateşli bir şekilde savunur. “Napolyon gibi başka bir vatansever olamayacağı, öylesinin de bir daha yetişmeyeceği” konusunda çok ısrarcıdır…
Onun için başkalarıyla dalaşmaktan ve kavgadan bile çekinmez…
Oysa Fransızlar Napolyon’dan kurtulmuş olmaktan çok mutludurlar.
Bu nedenle de “Chauvin”in her yerde, her durumda ve her zaman Napolyon’u savunuyor olması ile alay etmeye başlarlar…
“Şovenizm” ya da Fransızca yazılışıyla “Chauvinism” sözcüğünün doğuşu ise bir tiyatro oyunu sayesinde olur. 1831 yılında bir tiyatro oyunu sahneye konur…
“La Cocorde Tricolere” adlı bu komedide “aşırı derecede milliyetçi” bir figür vardır ve adı “Chauvin”dir. Yazar “Cogniard” bu karakteri yazarken “Nicolas Chauvin”den ilham almıştır. Oyunda “aşırı milliyetçilik, ileri derecede vatanseverlik, vatanı uğruna saldırmayı göze alma”, mizahi olarak “Chauvinism” şeklinde isimlendirilmiştir…
Ünlü Alman sosyolog Eugen Lemberg şöyle diyor…
“…Bir suçlu arayan tarafların, yaşanan kayıpların acısı ile suçu karşılıklı olarak birbirlerine atması, karşılıklı nefreti ve beraberinde güçlü milliyetçilik propagandalarını ve şovenizmi doğurur. Siyasi ve ekonomik gücü elinde bulunduranlar ise bu düşünceleri, halk arasında daha da yayılmasını sağlayarak kendi yararları ve çıkarları için kullanırlar…”

25 Mayıs 2016 Çarşamba


“Bayır aşağı kavga olmaz, atta duran var, duramayan var”…
Çeşitlemeleri olsa da “El yumruğu yemeyen kendininkini Bozdoğan armudu sanır”  diye bir atasözü vardır hani…
Eğer teke tek, yeke yek yapılırsa mertçedir kavga, çıkar “paylaşır kozunu” hasımlar.
Ama kalmadı böylesi artık. Köroğlu’nun dediği gibi,  “tüfek icat oldu mertlik bozuldu”.
Çok eskiden “kabadayılar” vardı misal…
Şimdilerde neyin ne olduğu, hangisinin kim olduğu birbirine karışsa da…
“Efendi Kabadayılar”, “Tulumbacı Kabadayılar” ve “Külhanbeyleri” şeklinde bir sınıflandırma var aralarında…
“Efendi Kabadayı” denen esas kabadayılar, özellikle dürüst ve mahallelerinin koruyucusu olanlardı. Kendilerine göre örf, adet, kural ve raconları olan bu adamlar, mahallede oluşan sorunları çözmeye çalışır, kadınları ayak takımının tacizlerine karşı korur, gençlerin kötü alışkanlıklarına engel olur, kendilerini övmez, zayıf ve güçsüzleri korurlardı. Silah taşır ama kullanmayı sevmezlerdi. İşlerini ise genellikle “Osmanlı tokadı” ve yumrukla çözerlerdi.
Giyinişleri normal kimselerden pek farklı olmasa da tek fark, silahlarını ya da “saldırma”larını gizlemek için omuzlarına attıkları ceketleriydi.
En büyük korkuları ise kendilerine, aşağılayıcı saydıkları “külhanbeyi” denmesiydi… Kabadayılar kendi aralarında anlaşmazlığa düşünce, sorunun çözümü için kadıya değil, bir tür “hakem heyeti” olan yaşlı ve saygın kabadayılardan oluşan “racon kesme heyeti”ne başvururlardı.
“Racon” sözcüğü, dilimize 16.yy.da Venedikli denizciler sayesinde geçmiş bir sözcük.
“Hak, hukuk, kural” demek olan “ragione” sözcüğünden geliyor…
Her iki tarafı da dinleyen heyet, raconu keser ve verilen karar kesindir. Karara iki taraf birden itiraz ederse, tek seçenek vardır, “ölümüne kavga”…
“Tulumbacı Kabadayılar” ise yalnızca yangınlarda görünürlerdi...  Onlar için“çatışma”, yalnızca tulumbacı takımları arasındaki rekabet demekti… . İlk itfaiyecilerdi çünkü…
Kendilerine has tavırları, argo dilleri, birbirine benzer kıyafetleri vardı….
Sıfır kalıp, dar Beyoğlu Vişne Çürüğü fes, yakası büzme omuzdan ilikli mintan, yenlerinin içi mor kadife kısa dar ceket, yün kuşak, bol pantolon, yumurta ökçe ayakkabı ya da arkalığı ve ökçesi olmayan “şıpıdık” denen pabuç giyerlerdi…
Omuzlarında saldırma ya da bellerinde kamaları vardı. Saçlarının tepesinde ve yanlarda perçem bırakır, sık sık sol kollarını kıvırıp sonra fıskiye gibi tükürürlerdi…
“Külhanbeylik” ise ilk olarak “Gedikpaşa” hamamında ortaya çıkan bir kavram...
İşsiz takımı, hamamın ısınması için ateş yakılan bölüm olan “külhan”larda kalır, karşılığında odun, kömür taşırlardı. Adlarını da hamam külhanından almışlardır.
Hamama gelenlerin değerli eşyalarını çalıp, şikayet edeni de topluca saldırıp dövmekten çekinmeyen külhanbeyleri, halkın gözünde, her türlü ahlaksızlığı yapabilecek kişilerdi. Genellikle kimsesiz ve başıboş gençler olan külhanbeyleri için “külhan”, anasız babasız olmanın tercih nedeni sayıldığı bir tür okuldu. Belli bir yaşın altında olanların dışarıya tek başına çıkmaları yasaktı. Yahudiler dışında herkesten her şey istemeleri, özellikle de ekabir takımına sataşmaları serbestti.
Omuz atmak, dirsek vurmak, laf atmak, sarkıntılık etmek günlük eğlenceleriydi.
Külhanbeyleri cakalı şekilde boyun kırar, “levendane” denen “it adımı” ile “kabararak” yürürlerdi... Bellerine sardıkları uzun şal kuşağın ucu, yürürken yerde sürünürdü…
Külhanbeyleri geçmişte “ayak takımı” sayılırken, şimdi sözcük anlamı bile değişti…
Hepsi birer kabadayı sayılıyor artık…
Bulundukları yerden ya da kendilerinden, kendileri de emin değiller ki,
“Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diyerek kendilerini sorguluyorlar sanki…
Ne eşit şartlarda kavga kaldı, ne de rekabet…
Herkes parasına, tanıdığına, arkasına güveniyor artık. Rakibinde bunlardan hiç biri olmasa bile, yine de kendisinde olanları devreye sokmaktan çekinmiyor kimse…
Korkaklığın tanımı gibiler kısaca…
Kimileri de sırf “dayandıklarını yerleri” gösterebilmek için Osmanlı dönemi Arnavutları gibi davranmaktan çekinmiyor… Hani “Arnavutlar, canları sıkılınca kuşaklarını salarlarmış ki sırf biri bassında kavga çıksın diye”, bugünkülerde aynen öyle…
Hissettikleri ise güven değil, kibir…
Kimin kim olduğu ya attan ya da eşekten düşünce belli olacak…
Şimdilik devran külhanbeylerinin kısacası…

24 Mayıs 2016 Salı


“Çavgun”…
“İklim” kısaca, “bir yörede yaşanan hava koşullarının uzun süreler boyunca gözlenen durumu” demek ve herkes bu tanıma güvenerek havaların ısınmasını bekliyor.
Ama son yıllarda hava, türkülerin anlattığı gibi…
Hani “Baharı görmeden yaz geldi geçti” cinsinden.
Takvimsel olarak yaz mevsiminin ortasında bile, hava durumu sunucuları hava raporunu okurken şuna yakın cümleler kuruyorlar…
“İstanbul sağanak yağışlı 20 derece, Ankara çok bulutlu ve sağanak yağışlı 18 derece” falan…
Yağmura çok romantik gözlerle bakıp,
“İki bulutun birbirine duyduğu aşktır yıldırım ve o bulutların gözyaşıdır aslında yağmur” cinsi duygusal anlamlar yükleyenler olsa da…
“İklim Değişikliği Paneli”nde açıklanan bilimsel rapora göre gerçek, “yerkürenin ikliminin hızla değişmekte olduğudur”. Ve…
“Dünyada birçok yörenin iklimi doğal ve yapay nedenlerle değişmiştir ve değişecektir. Bunun en önemli nedeni ise insan faaliyetleridir. Çünkü küresel ısınma, kimyasal etkilidir ve canlıların solunum, boşaltım ve çeşitli tutkularından sonra ortaya çıkan sera gazları sonucu gerçekleşir.
Bu iklim değişiklikleri kuraklık, çölleşme, yağışlarda dengesizlik ve sapmalar, su baskınları, tayfun, fırtına, hortum gibi meteorolojik olaylarda artışlarla kendini gösterir”
Ancak yine bu rapora göre, ülkemizdeki iç düzenlemeler ise “kim ne derse desin, sen yoluna devam et” tarzında sürmektedir.
Yani ya yağmurdan ya da terden sırılsıklam olacağız…
Oysa “Kadınlar çiçektir ve çiçekler su ister” türü reklam sloganlarına hepimiz gülüp geçsek de tüm canlılar su ister. Çünkü “su hayattır” ve yaşamın kaynağıdır.
Tarih sahnesinde yer aldıkları andan bu yana Türklerde de su ve yağmur, yaşamın ve bereketin kaynağıdır, hatta kutsaldır.
O nedenle de “Rahmet” denir yağmura…
“Nisan’da yağmur dinmesin, Mayıs’ta sıçan siğmesin” türü atasözleri olsa da yağmur yağmadığında da telaşa düşüp, inanışlar devreye sokulur hemen…
“Çömçe Gelin” oyununa başvurur misal…
Çubuk şeklinde tahtalardan, bezlerle süsleyerek oyuncak bir “gelin” yapılır.
Çocuklar bunu kapı kapı dolaştırıp, hem yağmur yağması için mani söyler ve hem de kendilerine yiyecek bir şeyler isterler…
“Çömçe gelin ne ister / Allah’tan rahmet ister,
Bir kaşıkçık yağ ister / Ver Allah’ım ver, yağmurundan sel…”
Her kapının önünde yapılan bu yağmur duasından sonra, yiyecek olarak ne isteniyorsa onun söylendiği bu maniyi duyan ev sahibi bulgur, yağ gibi yiyecekleri çocuklara verir…
Ama yine yağmazsa İslamiyet’ten ve Şamanizm’den izler taşıyan bir uygulamaya başvurulur, “Yağmur Duası”na çıkılır misal…
“Töreni” yöneten imam, önüne konan taşlara tek tek dua okuyup üfleyip diğerlerinden ayırır. Taş sayısı yetmişi bulunca hepsi bir torbaya konur ve su kenarına gidilir… İmam yağmur duası okurken taşların hepsi suya atılır. Yağmur yağmasını temsilen el parmakları aşağıyı gösterecek şekilde dua edilse de önemli olan taşa “okunması”dır.
Bu inanış Şamanizm’den ve “Yada” taşından gelir.
Eski Türk inanışına göre, “Gök Tengri”, “Yada”, “Yesem”, “Cada” “Yat” taşı da denen sihirli bir taş hediye etmiştir. Bu taşla yağmur, kar, dolu yağdırılabilirdi ki bu durumu Kaşgarlı Mahmut Divan’ında şöyle anlatır…
“Yat bir tür kahinliktir, ‘yada taşı’ ile yapılır. Bununla yağmur ve kar yağdırılmaya çalışılır. Ben, ‘Yağma Türklerinin’ ülkesinde gözümle gördüm. Bir yangın olmuş idi ve mevsim yaz idi, bu suretle kar yağdırıldı, yangın söndürüldü”…
10.yy.da İslam tarihçilerinden İbn-ül Fakih ise “Oğuzların ve Horasan sınırındaki Türklerin,  istedikleri zaman yağmur ve kar yağdırabilen taşları vardır” diye yazar…
Günümüz bilgilerine göre ise atmosferdeki su buharının yoğunlaşması ile oluşan ve damlalar şeklinde düşen yağışa “yağmur” denir. Damlaların küçük olduğu yağışa ise “çisenti”… Bunlar hala bildiğimiz ve kullandığımız sözcükler…
Gelelim unuttuğumuz  “çavgun” sözcüğüne…
Çavgun, “Rüzgarla birlikte karla karışık yağan yağmur”, “Fırtınalı yağmur” demektir ki “Bora” yağmuru getiren fırtınanın adıysa, “Çavgun” da fırtınayla gelen yağmurun adıdır.