"Bayram geçtikten sonra getirdiğin kınayı, götüne yak"...
Polonyalı
antropolog Bronislaw Kasper Malinowski,
“Bir
toplumu diğerlerinden ayıran en önemli özellik, o toplumun kendine özgü
kültürüdür. Bir kültürü özgün kılansa o kültürü oluşturan öğelerin kültür
bütünü içindeki yerleri ve diğer öğelerle olan ilişkileridir ” der.
“Kına”
her ne kadar Arapçadan dilimize geçmiş bir sözcük olsa da “Kına yakma”
geleneği, bizim kültürümüzün ayrılmaz bir parçası olmuş her zaman.
“Kına
Yakma” geleneğinin, İbrahim peygamber oğlu İsmail’i kurban ederken, kınalı bir
koçun gelmesi nedeniyle dinsel bir yanı bulunsa da…
Bizim
kültürümüzde üç şey için yakılmış kına…
“Kesilecek
kurbana” yakılmış, “Allah yoluna kurban olsun diye”…
“Askere
giden delikanlıya” yakılmış, “vatan uğruna kurban olsun diye”…
“Evlenen
gençlere” yakılmış, “evlerine ve birbirlerine kurban olsunlar diye”…
Kına,
“kına ağacı” denen bir bitkinin kurutulmuş yapraklarının tozu da olsa,
Kınanın
iyi niyeti, saflığı ve temizliği simgelediği düşünülmüş hep…
Belki
sadece bu nedenle, belki de bunu “umuma duyurmanın sevinci”yle,
“Kına
yakma törenleri” ya da “kına geceleri”, ayrı bir coşkuyla kutlanmış.
Ama
sadece “özel günlerle” de sınırlı kalmamış kına yakma alışkanlığı…
Türk
“otacıları” evvelden beri kullanmışlar kınayı…
“Veba”
ya karşı kullanmışlar,
Kuru
üzümle beraber dövüp hap yaparak “balgam söktürücü” olarak kullanmışlar,
Rezene
tohumu ile yoğurup “baş ağrısı” için merhem olarak kullanmışlar,
Karpuz
suyu ve sirke ile karıştırıp başa yakı gibi sararak “nezle” için kullanmışlar,
“Göz
ağrısı” ve “görmeyi güçlendirmek” için de başlarına kına yakarak kullanmışlar.
Bu
nedenledir ki günümüzde bile yaşlı kadınlar hala saçlarına kına yakarlar.
“Saçı”
boyamanın yanı sıra hem saçları, hem de gözleri güçlendirmektir asıl amaç…
Egzama,
mantar, yanık, kesik, parmak ucunda oluşan yarıklara karşı da en etkili ilacın
kına olduğuna hala inanılır halk arasında…
Bir
de süslenmek için kullanmışlar kınayı…
Saçlarını
boyamış, ellerini boyamış kadınlar. Ama “ele güne daha çok karışacağı, el içine
çıkacağı” günlerde daha çok gereksinim duymuşlar “süse püse”…
Bu
günlerin en önemlisi de “dini bayramlar” olmuş…
Hem
kesilecek kurbanları hem de kendileri için, “gidilemeyen” kasabalara gidenlere
ısmarlanmış “bize de alıver eccicik” diyerek ve de “vaktında gelin inşallah”
denerek…
Vakit
ya da zaman…
Bizler
tarafından “akıp gittiği”, “nakit olduğu” söylenen kavram…
Aziz
Augustinus’a “Zaman nedir? Kimse sormazsa ne olduğunu biliyorum ama birisine
açıklamaya kalkarsam artık bilmiyorum. Zaman yokluğa meylettiği ölçüde var olan
şeydir” dedirten,
Isaac
Newton tarafından, “uzaydan ve gözlemciden bağımsız ve değişmeyen, sıralı mutlak
süreç” diye tanımlanan,
Albert
Einstein’e göre ise “sadece yanılsama ve hareketle var olan” kavram…
Birine
göre” vakti, zamanı sayılan an”, diğeri için öyle sayılmayacağından,
Gecikmiş
bazen “siparişler”…
Eh o
zaman da bu deyim devreye girmiş hemen…
“Bayram
geçtikten sonra getirdiğin kınayı, götüne yak”…
Yani…
“Her
şey doğru ve gereken zamanda yapılmalıdır. Zamanında yapılmayan eylem, görev
veya iş, ne kadar zor, büyük ve başarılı da olsa değeri, önemi yoktur. Önemli
olan doğru zamanı tutturmaktır”…