17 Mart 2016 Perşembe


"Bayram geçtikten sonra getirdiğin kınayı, götüne yak"...
Polonyalı antropolog Bronislaw Kasper Malinowski,
“Bir toplumu diğerlerinden ayıran en önemli özellik, o toplumun kendine özgü kültürüdür. Bir kültürü özgün kılansa o kültürü oluşturan öğelerin kültür bütünü içindeki yerleri ve diğer öğelerle olan ilişkileridir ” der.
“Kına” her ne kadar Arapçadan dilimize geçmiş bir sözcük olsa da “Kına yakma” geleneği, bizim kültürümüzün ayrılmaz bir parçası olmuş her zaman.
“Kına Yakma” geleneğinin, İbrahim peygamber oğlu İsmail’i kurban ederken, kınalı bir koçun gelmesi nedeniyle dinsel bir yanı bulunsa da…
Bizim kültürümüzde üç şey için yakılmış kına…
“Kesilecek kurbana” yakılmış, “Allah yoluna kurban olsun diye”…
“Askere giden delikanlıya” yakılmış, “vatan uğruna kurban olsun diye”…
“Evlenen gençlere” yakılmış, “evlerine ve birbirlerine kurban olsunlar diye”…
Kına, “kına ağacı” denen bir bitkinin kurutulmuş yapraklarının tozu da olsa,
Kınanın iyi niyeti, saflığı ve temizliği simgelediği düşünülmüş hep…
Belki sadece bu nedenle, belki de bunu “umuma duyurmanın sevinci”yle,
“Kına yakma törenleri” ya da “kına geceleri”, ayrı bir coşkuyla kutlanmış.
Ama sadece “özel günlerle” de sınırlı kalmamış kına yakma alışkanlığı…
Türk “otacıları” evvelden beri kullanmışlar kınayı…
“Veba” ya karşı kullanmışlar,
Kuru üzümle beraber dövüp hap yaparak “balgam söktürücü” olarak kullanmışlar,
Rezene tohumu ile yoğurup “baş ağrısı” için merhem olarak kullanmışlar,
Karpuz suyu ve sirke ile karıştırıp başa yakı gibi sararak “nezle” için kullanmışlar,
“Göz ağrısı” ve “görmeyi güçlendirmek” için de başlarına kına yakarak kullanmışlar.
Bu nedenledir ki günümüzde bile yaşlı kadınlar hala saçlarına kına yakarlar.
“Saçı” boyamanın yanı sıra hem saçları, hem de gözleri güçlendirmektir asıl amaç…
Egzama, mantar, yanık, kesik, parmak ucunda oluşan yarıklara karşı da en etkili ilacın kına olduğuna hala inanılır halk arasında…
Bir de süslenmek için kullanmışlar kınayı…
Saçlarını boyamış, ellerini boyamış kadınlar. Ama “ele güne daha çok karışacağı, el içine çıkacağı” günlerde daha çok gereksinim duymuşlar  “süse püse”…
Bu günlerin en önemlisi de “dini bayramlar” olmuş…
Hem kesilecek kurbanları hem de kendileri için, “gidilemeyen” kasabalara gidenlere ısmarlanmış “bize de alıver eccicik” diyerek ve de “vaktında gelin inşallah” denerek…
Vakit ya da zaman…
Bizler tarafından “akıp gittiği”, “nakit olduğu” söylenen kavram…
Aziz Augustinus’a “Zaman nedir? Kimse sormazsa ne olduğunu biliyorum ama birisine açıklamaya kalkarsam artık bilmiyorum. Zaman yokluğa meylettiği ölçüde var olan şeydir” dedirten,
Isaac Newton tarafından, “uzaydan ve gözlemciden bağımsız ve değişmeyen, sıralı mutlak süreç” diye tanımlanan,
Albert Einstein’e göre ise “sadece yanılsama ve hareketle var olan” kavram…
Birine göre” vakti, zamanı sayılan an”, diğeri için öyle sayılmayacağından,
Gecikmiş bazen “siparişler”…
Eh o zaman da bu deyim devreye girmiş hemen…
“Bayram geçtikten sonra getirdiğin kınayı, götüne yak”…
Yani…
“Her şey doğru ve gereken zamanda yapılmalıdır. Zamanında yapılmayan eylem, görev veya iş, ne kadar zor, büyük ve başarılı da olsa değeri, önemi yoktur. Önemli olan doğru zamanı tutturmaktır”…