“Deliye
bal/pekmez tattırmışlar, pazarda katran bırakmamış”…
İngiliz
sanatçı William Blake, “Eğer deli, delilikte direnseydi bilge olurdu” dese de…
Tıbben
delilik ve çılgınlık yarı kalıcı, ağır bir zihinsel bozukluktur ve genelde
kişilik bozukluğundan veya bir zihinsel hastalık tipinden türer. Ama…
Tıpta
“delilik” yoktur, “deli” demez çünkü tıp…
Misal
“Şizofren” der, “manik depresyon” der ama “deli” demez.
Çünkü
“delilik” hukuki bir terimdir, kültürel bir terimdir.
“Delilik”,
modernizmle birlikte gelişen bir kavramdır ki ABD’de “entelektüel bir tavır”
olarak algılanıp meşrulaştırılmaya çalışıldığı dönemler bile olmuştur.
Peki
nedir gerçekten delilik? “Entelektüel bir tavır” ya da “bilgelik” midir
gerçekten?
Aslında
yadsınamaz bir gerçektir deliliğin özgürlük yanı.
Koparmıştır
çünkü kendini bağlayan ipleri…
Belki
dünyayı kendi istediği gibi görmeyi başarmış biridir sadece…
Kabul
görmeyi, kabul gördükçe alkışlanmayı reddetmiştir belki…
Belki
de normalleşmiştir ve belki de normal olan odur…
Belki
de “normallik” konusunda yanılan biziz. Çünkü bizim “normal” dediğimiz şey,
bizi bağlayan bir kurallar dizisi aslında –ki bizi bağlayan bu kuralları
belirleyen biz bile değiliz… Her zaman kuralları koyan hep başkaları ve herkes
“kendi normalliğini” bizim üzerimizde inşa ediyor aslında…
Ve
biz her gün, her zaman, sürekli, daima, durmadan o kurallara uygun yaşayarak, o
kurallardan kurtulmaya çalışıyoruz.
Oysa
Albert Einstein’in dediği gibi; “asıl delilik, aynı şeyi tekrar tekrar yapıp,
farklı sonuçlar beklemektir”…
Bu
anlamıyla “delilik”, bakılan noktaya göre değişen bir kavram aslında.
Ve
asıl korkulması gereken şey, delilik değil “aptallık, kıt akıllılık” bence…
“Delilik
şüphesiz aptallıktan daha iyidir, delilik var olmuş bir zekanın yok oluşudur.
Aptallık ise var olmamış bir zekanın, var olmamaya devam edişidir” demiş
Einstein…
Hele
bir de “açgözlülük” sarmışsa tüm bedeni, işte asıl korkulması gereken kişi
karşımızdadır artık. “Ne kadar yerse yesin, ne kadar alırsa alsın içindeki
derin boşluğu asla dolduramayacağını” bile bilmeyen, en küçük kazanımları bile
büyük ihtiraslarla elde etmeye çalışan, garip bir yaratık vardır karşımızda…
Tıpkı
Asya’da yapılan “maymun yakalama tuzağı” gibidir yaşamları. Yani…
Bir
Hindistan cevizine, maymunun elinin girebileceği kadar ince bir yarık açılarak
içi boşaltılır ve boşalan yere tatlı bir yiyecek doldurularak ceviz ağaca
bağlanır. Maymun yiyeceğin kokusuna gelir, elini Hindistan cevizinin içine
sokarak yiyeceği tutar. Ama…
Yiyeceği
tutmak için yumruk yaptığı elini ince yarıktan dışarı çıkaramaz.
Avcılar
geldiğinde maymun çılgına dönse de ve onu bağlayan hiçbir şey olmasa da
kaçamaz. Yapması gereken tek şey elini açıp yiyeceği bırakmakken o, içindeki
açgözlülüğün tutsağı olmuştur artık.
Maymunu
tutsak eden, sadece kendi bağımlılığının gücüdür çünkü…
Zeka
açgözlü değildir oysa…
Ama
bunu düşünemeyecek kadar hırs, korku, cimrilik, açgözlülük sarmışsa bir insanın
tüm benliğini, elindeki ile yetinmez artık asla…
Sokrates,
“sorgulanmayan hayat, hayat değildir” dese de o, hep daha fazlasını ister.
Tıpkı
atasözündeki gibi…
Aldığı
tadı, tattığı şeyi elde etmek, aramak, bulmak, bırakmamak, hep ve yalnızca
kendinde olmasını sağlamak için her şeyi yapmayı göze alacaktır.
Sonu
acı bile olsa…
“Deliye
bal/pekmez tattırmışlar, pazarda katran bırakmamış”…