29 Mart 2016 Salı


“Deliye bal/pekmez tattırmışlar, pazarda katran bırakmamış”…
İngiliz sanatçı William Blake, “Eğer deli, delilikte direnseydi bilge olurdu” dese de…
Tıbben delilik ve çılgınlık yarı kalıcı, ağır bir zihinsel bozukluktur ve genelde kişilik bozukluğundan veya bir zihinsel hastalık tipinden türer. Ama…
Tıpta “delilik” yoktur, “deli” demez çünkü tıp…
Misal “Şizofren” der, “manik depresyon” der ama “deli” demez.
Çünkü “delilik” hukuki bir terimdir, kültürel bir terimdir.
“Delilik”, modernizmle birlikte gelişen bir kavramdır ki ABD’de “entelektüel bir tavır” olarak algılanıp meşrulaştırılmaya çalışıldığı dönemler bile olmuştur.
Peki nedir gerçekten delilik? “Entelektüel bir tavır” ya da “bilgelik” midir gerçekten?
Aslında yadsınamaz bir gerçektir deliliğin özgürlük yanı.
Koparmıştır çünkü kendini bağlayan ipleri…
Belki dünyayı kendi istediği gibi görmeyi başarmış biridir sadece…
Kabul görmeyi, kabul gördükçe alkışlanmayı reddetmiştir belki…
Belki de normalleşmiştir ve belki de normal olan odur…
Belki de “normallik” konusunda yanılan biziz. Çünkü bizim “normal” dediğimiz şey, bizi bağlayan bir kurallar dizisi aslında –ki bizi bağlayan bu kuralları belirleyen biz bile değiliz… Her zaman kuralları koyan hep başkaları ve herkes “kendi normalliğini” bizim üzerimizde inşa ediyor aslında…
Ve biz her gün, her zaman, sürekli, daima, durmadan o kurallara uygun yaşayarak, o kurallardan kurtulmaya çalışıyoruz.
Oysa Albert Einstein’in dediği gibi; “asıl delilik, aynı şeyi tekrar tekrar yapıp, farklı sonuçlar beklemektir”…
Bu anlamıyla “delilik”, bakılan noktaya göre değişen bir kavram aslında.
Ve asıl korkulması gereken şey, delilik değil “aptallık, kıt akıllılık” bence…
“Delilik şüphesiz aptallıktan daha iyidir, delilik var olmuş bir zekanın yok oluşudur. Aptallık ise var olmamış bir zekanın, var olmamaya devam edişidir” demiş Einstein…
Hele bir de “açgözlülük” sarmışsa tüm bedeni, işte asıl korkulması gereken kişi karşımızdadır artık. “Ne kadar yerse yesin, ne kadar alırsa alsın içindeki derin boşluğu asla dolduramayacağını” bile bilmeyen, en küçük kazanımları bile büyük ihtiraslarla elde etmeye çalışan, garip bir yaratık vardır karşımızda…
Tıpkı Asya’da yapılan “maymun yakalama tuzağı” gibidir yaşamları. Yani…
Bir Hindistan cevizine, maymunun elinin girebileceği kadar ince bir yarık açılarak içi boşaltılır ve boşalan yere tatlı bir yiyecek doldurularak ceviz ağaca bağlanır. Maymun yiyeceğin kokusuna gelir, elini Hindistan cevizinin içine sokarak yiyeceği tutar. Ama…
Yiyeceği tutmak için yumruk yaptığı elini ince yarıktan dışarı çıkaramaz.
Avcılar geldiğinde maymun çılgına dönse de ve onu bağlayan hiçbir şey olmasa da kaçamaz. Yapması gereken tek şey elini açıp yiyeceği bırakmakken o, içindeki açgözlülüğün tutsağı olmuştur artık.
Maymunu tutsak eden, sadece kendi bağımlılığının gücüdür çünkü…
Zeka açgözlü değildir oysa…
Ama bunu düşünemeyecek kadar hırs, korku, cimrilik, açgözlülük sarmışsa bir insanın tüm benliğini, elindeki ile yetinmez artık asla…
Sokrates, “sorgulanmayan hayat, hayat değildir” dese de o, hep daha fazlasını ister.
Tıpkı atasözündeki gibi…
Aldığı tadı, tattığı şeyi elde etmek, aramak, bulmak, bırakmamak, hep ve yalnızca kendinde olmasını sağlamak için her şeyi yapmayı göze alacaktır.
Sonu acı bile olsa…
“Deliye bal/pekmez tattırmışlar, pazarda katran bırakmamış”…