"Köyden geldin kırıttın, sırımlı çarığı unuttun"...
Geleneksel
giyinmenin önemli parçalarından birisi olmuş “çarık”…
Öyle
pabuç, iskarpin tarzı ayakkabıları bulmak, bulunsa bile, hele hele de almak her
babayiğidin harcı da değilmiş hani…
Çarık
giyilirmiş o nedenle…
Barışta
da savaşta da…
Ki
bunu bilen İngilizlerin, Kurtuluş Savaşı sırasında uçaklardan attıkları dört
köşeli çivilerin toprak üstünde kalan uçları, çok çarığı delip askerlerimizin
ayaklarına saplanmış ve kangren olan bacakların kesilmesine neden olmuş.
Şimdilerde
ise sadece ya halkoyunları ekipleri giyiyor ya da bir yerleri süslüyorlar.
Otantik
bir hava yaratsın diye belki de…
Artık
giyeni de kalmamış durumda, yapanı da…
“Sırımlı” olanları erkekler, “aynalı” veya
“tokalı” olanları kadınlar içinmiş.
Çocukların
çarık numarası sıfır, kadınların ki ise bir numara olurmuş.
Erkeklerin
çarık numarası neden daha çeşitli bilinmez ama iki, üç, dört, beş numara
ölçüsünde dikilen çarıklar erkekler içinmiş.
Tabakhanede
işlenen manda gönü istenen ölçüde kesilir, yine aynı gönden kesilmiş üst kısmı
çaprazlanarak su geçirmemesi için mumlanmış kendir iple dikilirmiş.
Kalıpta
düzeltilen çarıkların, erkekler için olanlarının kenarlarına aynı deriden
kesilen sırımlar geçirilir, kadınlar için olanlarının ön yüzüne ise ayna
yerleştirilip kenarına toka takılırmış. Sonra da renk renk ponponlarla
süslenirmiş…
Uçları
sivri, “burunları havada” olurmuş çarıkların…
Giyenlere
“çarıklı erkân” denmesinin “havasını atar” gibilermiş sanki…
“Fazla
eğitim görmemiş, belki de okuryazar bile olmayan ama her işe kafası çalışan,
kurnaz, gözü açık ve uyanık köylü ya da taşradan gelenlere” şaka yollu da olsa
“çarıklı erkân” denmiş çünkü…
Peki
ya böyle olmayanına?
Fazla
eğitimli, yetenekli ya da donanımlı olmadığı halde,
Bir
şekilde paraya ya da makama erişenlere ne denmiş?
Belli
etmemeye çalışsalar da bu durumları “bir yerlerinden” hemen belli olmuş çünkü.
Çünkü
eğitim her şeyden önce, kişinin belli bir yaşam tarzını öğrendiği,
yeteneklerini geliştirdiği ya da donanımını pekiştirdiği bir toplumsallaşma ve
kültürleşme süreci olduğundan, insanlar buna göre toplumsal rollerine
yönelirler…
Ama
ya bu ters döndüğünde?
Para
ya da makam sahibi olsalar da birikim ve donanım belli etmiş kendini…
Yoksullukla,
yoksul büyümekle ilgisi olmayan,
Aile
ve çevre eğitimi ile bağlantılı bu durum,
Hele
bir de geçmişte eziklik duyulmuşsa birine ya da bir şeylere,
Görmemişliğin
dayanılmaz hafifliği ve hamlığı çıkmış hemen ortaya…
Parayla
tartmışlar, makamla tartmışlar her şeyi…
Güçlerini
gösterme derdine düşmüşler her fırsatta…
Ağız
bükmüşler, dil kırmışlar…
Kendi
ağızlarını da aksanlarını da kullanmak istememişler.
Ama
ne kendileri gibi olabilmişler, ne de özendikleri gibi…
Belki
de yalnızca “Balzac”ın dediği gibi olmuşlar…
“Sonradan
görme insanlar, maymunlara benzerler. Yükseldiklerini görürsünüz, yükseklere
çıkmadaki becerilerini takdir edersiniz. Ama doruğa ulaştıkları zaman ancak
utanç verecek yerleri görünür…”
İşte
atalarımız bu tür insanlara ya Karadeniz’de olduğu gibi türkü yakıp,
“Mısırı
kuruttun mi?
Ambarda
duruttun mi?
Anan
çarık giyerdi,
Bunları
unuttun mi?” demişler,
Ya
da daha kısa yoldan “taşlamışlar”…
“Köyden geldin kırıttın, sırımlı çarığı
unuttun”…