"Çoğaç"...
Bundan
yıllar önceydi…
Rekabetin
bu kadar kızışmadığı bir dönemdi ve televizyona haftalık bir dizi çekiyorduk. Günümüzün
köy dizileri gibi köyde başlayıp, ikinci bölümde büyük şehre, özellikle de
İstanbul’a göçülen değil, konusu gereği
“köyde geçen” bir dizi…
Zorunluluklar
sonucu köye atanmış, kurtulmaya çalışsa da köyden gidemeyen bir öğretmenin
öyküsü anlatılıyordu dizide…
Ankara’nın
yakın köylerinde kurduk dizi setini…
Mevsim
sonbahardı ve biz her sabah çıkıyor, araçlara doluşuyor,
Üç
diğer köyün içinden geçip, çekim yaptığımız köye ulaşıyorduk…
Hepsi
de birbirine benzeyen ama başka başka köyler…
Ankara’ya
bu kadar yakın,
Hatta
Ankara’nın dibinde ama bir o kadar da uzağında köyler…
Çoğunluğu
toprak damlı, kerpiçten yapılmış evler ve bu evlerin güneş gören duvarlarına
kuruması için yapıştırılmış tezekler…
Bunların
önünde de yan yana dizilmiş elleri pantolon ceplerinde adamlar…
Sabah
güneşi altında ısınmaya çalışan ama esneyen, gerinen, kaşınan adamlar…
Geçtiğimiz
her köyde, sanki hep aynı adamlar…
Bir
tek “aktiviteleri” farklı…
İlk
köyün erkekleri, güneş alan “çoğaç” bir duvar dibine “Ankara kerpici gibi
sıralanır”, Toprak damlı kerpiç evlerin
arasında,
Duvarlarında,
elinizi sokup öğretmenle tokalaşabileceğiniz kadar büyük çatlaklar bulunan okul
binasının hemen yanı başına yapılan,
Değil
o köy, içinden geçtiğimiz tüm köylerin cemaatini alacak büyüklükte, iki katlı
koca bir cami inşaatını seyrederlerdi…
Gurur
duyuyorlardı belki de ama…
Sabah
güneşi altında ısınan bedenlerini ele geçiren esneme, gerinme ve kaşıntı ne
kadar izin veriyorsa, o kadar gösterebiliyorlardı gururlarını…
İkinci
köyün toplantı yeri ve toplantı biçimi benzer olsa da gurur veren bir yapıtları
olmadığından olsa gerek sadece sohbet eden adamlar…
Ama
yine esneyen, gerinen, kaşınan…
Üçüncü
köy diğerlerine uzak olduğundan ve ulaşmamız zaman aldığından, biz oraya varana
kadar bedenler ısınmış olacak ki “dikildiğim yer çoğaç, ısınan beden oldu
boğaç” dercesine hep bir boğuşma, hep bir güreşme içinde olurdu adamlar…
Isınınca,
“kaşıntı” duygusu şekil değiştiriyordu belki de…
Neyse,
tekrar başa dönersek…
“Çoğaç”
sözcüğü, “güneşi eksik olmayan, güneş dokunan, güneşe karşı olan, güneşlenilen
yer” anlamlarında öz Türkçe unutulmuş bir sözcüktür.
Bu
sözcük, daha önce paylaştığım ve “yağmur, rüzgar, güneş değmeyen, korunaklı
yer” anlamındaki unutulmuş “dulda” sözcüğünün tam tersi bir konumu anlatır…