8 Mart 2016 Salı


"Çoğaç"...
Bundan yıllar önceydi…
Rekabetin bu kadar kızışmadığı bir dönemdi ve televizyona haftalık bir dizi çekiyorduk. Günümüzün köy dizileri gibi köyde başlayıp, ikinci bölümde büyük şehre, özellikle de İstanbul’a göçülen değil, konusu gereği  “köyde geçen” bir dizi…
Zorunluluklar sonucu köye atanmış, kurtulmaya çalışsa da köyden gidemeyen bir öğretmenin öyküsü anlatılıyordu dizide…
Ankara’nın yakın köylerinde kurduk dizi setini…
Mevsim sonbahardı ve biz her sabah çıkıyor, araçlara doluşuyor,
Üç diğer köyün içinden geçip, çekim yaptığımız köye ulaşıyorduk…
Hepsi de birbirine benzeyen ama başka başka köyler…
Ankara’ya bu kadar yakın,
Hatta Ankara’nın dibinde ama bir o kadar da uzağında köyler…
Çoğunluğu toprak damlı, kerpiçten yapılmış evler ve bu evlerin güneş gören duvarlarına kuruması için yapıştırılmış tezekler…
Bunların önünde de yan yana dizilmiş elleri pantolon ceplerinde adamlar…
Sabah güneşi altında ısınmaya çalışan ama esneyen, gerinen, kaşınan adamlar…
Geçtiğimiz her köyde, sanki hep aynı adamlar…
Bir tek “aktiviteleri” farklı…
İlk köyün erkekleri, güneş alan “çoğaç” bir duvar dibine “Ankara kerpici gibi sıralanır”,  Toprak damlı kerpiç evlerin arasında,
Duvarlarında, elinizi sokup öğretmenle tokalaşabileceğiniz kadar büyük çatlaklar bulunan okul binasının hemen yanı başına yapılan,
Değil o köy, içinden geçtiğimiz tüm köylerin cemaatini alacak büyüklükte, iki katlı koca bir cami inşaatını seyrederlerdi…
Gurur duyuyorlardı belki de ama…
Sabah güneşi altında ısınan bedenlerini ele geçiren esneme, gerinme ve kaşıntı ne kadar izin veriyorsa, o kadar gösterebiliyorlardı gururlarını…
İkinci köyün toplantı yeri ve toplantı biçimi benzer olsa da gurur veren bir yapıtları olmadığından olsa gerek sadece sohbet eden adamlar…
Ama yine esneyen, gerinen, kaşınan…
Üçüncü köy diğerlerine uzak olduğundan ve ulaşmamız zaman aldığından, biz oraya varana kadar bedenler ısınmış olacak ki “dikildiğim yer çoğaç, ısınan beden oldu boğaç” dercesine hep bir boğuşma, hep bir güreşme içinde olurdu adamlar…
Isınınca, “kaşıntı” duygusu şekil değiştiriyordu belki de…
Neyse, tekrar başa dönersek…
“Çoğaç” sözcüğü, “güneşi eksik olmayan, güneş dokunan, güneşe karşı olan, güneşlenilen yer” anlamlarında öz Türkçe unutulmuş bir sözcüktür.
Bu sözcük, daha önce paylaştığım ve “yağmur, rüzgar, güneş değmeyen, korunaklı yer” anlamındaki unutulmuş “dulda” sözcüğünün tam tersi bir konumu anlatır…