31 Mart 2016 Perşembe


“Lafla peynir gemisi yürümez”…
Peynir sözcüğü Türkçeye, Farsça “sütten yapılmış” anlamında “panîr” sözcüğünden geçmiştir. Peynirin öz Türkçe karşılığı olarak Divan-u Lügati’t Türk’te, “udma, udhıtma” sözcükleri geçer ki “udhıtmak”, Uygur Türkçesinde “uyutmak” anlamındadır.
“Udhıtma, udhıttı” sözcüklerinin anlamı ise “sütü uyutmak, uyumuş süt, peynir”dir. Peynir yerine farklı Türk lehçelerinde farklı sözcükler de kullanılmıştır.
Misal “ağrımışık”, “sogut”, “kurut”, “kesük”, “çökelek” ve “bışlak” gibi…
Şemseddin Sami’nin “Kamus-ı Türki” adlı sözlüğünde, “sütten çıkarılan ve bir mayi ile katılaştırılan madde” olarak tanımladığı peynirin kökeni çok eskilere dayanır.
Arkeolojik bulgular MÖ 5 bin yıllarına kadar gitse de uzmanlar,  ilk üretimin MÖ 8 bin ile 9 bin yılları arasında yapıldığı görüşündeler.
Peynirin ilk kim tarafından yapıldığı konusunda ise farklı teoriler vardır. İlk olarak Orta Asya göçebe Türkleri tarafından yapıldığı, işkembe içinde saklanan sütün buradaki enzimlerle mayalanması sonucu lor peynir oluştuğu, bu teorilerden biridir…
Herodot ve Hipokrat, ilk peynirin İskit Türkleri tarafından kısrak sütünden ve büyük olasılıkla da ekşitme yoluyla yaptıklarını söylüyorlar.
Peynir, insanoğlunun en eski kültür miraslarından hatta uygarlığa geçişin ilk simgelerinden biri…
Homeros, “Odyseus ve adamlarının tek gözlü güçlü dev Kyklopsus’un mağarasına girdiklerinde, peynir dolu raflar ve ağzına kadar süt dolu madeni güğümler, süt sağmaya yarayan kovalar, süt kesiğinin konulduğu sepetler” gördüklerinden, Nietzsche ise “Böyle Buyurdu Zerdüşt” adlı eserinde, İranlı peygamber Zerdüşt’ün peyniri çok sevdiğinden söz ediyor.
Şirazlı Sadi, “Bostan” adlı eserinde peyniri “kutsal bir besin” olarak tanımlarken, Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde İstanbul’da peynircilikle uğraşan yaklaşık 400 işyeri bulunduğunu anlatıyor.
Peynirle ilgili bu kadar bilgiden sonra gelelim deyimimizin ortaya çıkış öyküsüne…
Öykü bu ya…
Bir zamanlar “Aksi Yusuf” adında çıkarcı ve cimri bir peynir tüccarı varmış.
Trakya’dan getirttiği peynirleri İstanbul’da satar, İzmir’deki peynir fiyatlarının yükselmesini, İzmir’e gönderir İstanbul’daki fiyatların yükselmesini beklermiş…
İzmir’de fiyatlar yükselince de elinde ne kadar peynir varsa, gemilere yükletip İzmir’e gönderirmiş. Ama gemilerin taşıma ücretini asla peşin ödemez, kaptanları yalan dolanla “Yav hemşerim hele şu peynirler sağ salim İzmir’e bi varsın, istediğin parayı fazla fazla verecem valla” diye oyalamaya çalışırmış.
Bir, iki, üç derken bıkmış tüm gemi sahipleri, bütün kaptanlar…
Bir gün kaptanlardan biri “artık yeter” diyerek diklenmiş…
“Efendi, efendi bu geminin kalkmasının bir maliyeti var, geminin bir sürü masrafı var. Yağ lazım, kömür lazım, tayfalara para ödemek lazım.... Parayı peşin peşin verdin verdin, vermedin, bu gemi Sarayburnu’nu bile dönmez, haberin olsun” demiş…
Aksi Yusuf, yine her zaman ki bahanelerine sığınacak olmuş...
“Hele peynirler sağ salim varsın…..” demeye kalkışmış ama kaptan sözünü kesivermiş…
“Valla efendi ben onu bunu anlamam… Lafla peynir gemisi yürümez”…
İşte bu söz,
“Yalnız konuşarak, kuru lafla bir yere varılamaz ve hiçbir iş gerçekleştirilemez. Bir kimsenin sadece kendini övmesi ile gereken sonuçlar alınamaz” anlamında bir deyim olup günümüze kadar gelmiş… 

30 Mart 2016 Çarşamba


“Kerata”…
Erkek torun bir şirinlik yapsa, dedenin söyleyeceği laf bellidir.
“Seni gidi kerata seni”…
Hatta bazen arkasına şu lafta eklenir…
“Seni gidi keraneci seni”…
Baktığında hiç ilgisi yokmuş gibi duran, hatta sevimli bile gelen sözlerdir bunlar.
Çünkü aklımıza hemen “ayakkabı çekeceği” gelir, ilgi kuramaz, “bıyık altından” güleriz bile.
Üstelik bazı kaynaklarda, günlük yaşamda sıkça kullanıldığı şekilde bu anlamda kabul görmeye başlamıştır ve “küçük çocuklara söylenen sevgi dolu sitem sözü” gibi açıklamalara rastlamak olasıdır artık.
Şimdi…
Doğrudur, “kerata” sözcüğünün bir anlamı da “ayakkabı çekeceği”dir.
“Kerata” sözcüğü dilimize Yunancadan geçmiş ve “boynuz” demektir.
Eski Yunanca “keraton” sözcüğünden evrilen, yeni Yunanca  “kerato” sözcüğünden gelmektedir ki Ahmet Vefik Paşa da “Lugat-ı Osmani”de “kerata” sözcüğünün “boynuz ayakkabı çekeceği” anlamında kullanıldığını belirtir.
Ortaçağ denilen tarihsel zaman diliminde ortaya çıkan ve ayakkabıyı daha kolay giymeye yarayan bir araç olan ayakkabı çekecekleri, önceleri hayvan boynuzundan yapıldığından olsa gerek, bizde de boynuzun Yunanca adının çok yakın bir benzeri olan “kerata” sözcüğü ile bilinip tanınmış…
“Boynuz”, çeşitli hayvanların dengelerini bulmasına yardımcı olan ve iskelet sistemine bağlı olarak derilerinin dışına çıkmış dayanıklı bir kemik aslında.
İnsanlık tarihinde de önemli yeri var. Gün olmuş günlük eşya yapımında, gün olmuş silah yapımında kullanılmış. Misal…
Okçuluk ile ilgili kaynaklara bakıldığında, Türk yaylarının manda, antilop ve dağ keçisi boynuzundan yapılmış olduğu görülüyor.
Ama boynuzun “boğumlu” olmaması, “kayganlı” yani üzerinden pul pul parça kalkmaması, “kuşdili” yani sivri parçalar çıkmaması, boynuzu alınacak hayvanın ise genç olmaması koşuluyla…
İlk keratalar ise gergedan boynuzundan yapılmış…
Buraya kadar tamam…
Ama bir de Yunanca “keratas” sözcüğü var ki işler orada karışıyor işte…
Çünkü “keratas” sözcüğü, “boynuzlu” demek…
Şeytanın sıfatlarından birisi olmasına karşın, “karısı tarafından aldatılan erkeklere” de “keratas” deniyor.
Yani günümüzde kullanılan  “boynuzlu” sözcüğünün mecazi anlamı pek yeni değil…
Bu anlam, oldukça eski zamanlara kadar uzanıyor…
Namık Kemal “Osmanlı Modernleşmesinin Meseleleri” adıyla yazdığı makalelerde “kerata” sözcüğünü, “yaramaz adam” anlamında kullanıyor ki belki de kastettiği  “şeytanlık”... Ama…
“Kamus-ı Türki” adlı sözlük, “kerata” sözcüğüne anlam olarak  “pezevenk, kaltaban(namussuz)” açıklaması getiriyor…
Yani…
Dedelerin torunlarına söylediği,
“Seni gidi kerata seni, seni gidi keraneci seni” sözü,
“Ayakkabı çekeceği” anlamı dışında pek çok anlamı içeriyormuş anlayacağınız…
Karadeniz türküsünün söylediği gibi…
“Bahçesinde domata,
Al yap oni salata,
Vermedi seni buban,
Turşi yapsun kerata”…

29 Mart 2016 Salı


“Deliye bal/pekmez tattırmışlar, pazarda katran bırakmamış”…
İngiliz sanatçı William Blake, “Eğer deli, delilikte direnseydi bilge olurdu” dese de…
Tıbben delilik ve çılgınlık yarı kalıcı, ağır bir zihinsel bozukluktur ve genelde kişilik bozukluğundan veya bir zihinsel hastalık tipinden türer. Ama…
Tıpta “delilik” yoktur, “deli” demez çünkü tıp…
Misal “Şizofren” der, “manik depresyon” der ama “deli” demez.
Çünkü “delilik” hukuki bir terimdir, kültürel bir terimdir.
“Delilik”, modernizmle birlikte gelişen bir kavramdır ki ABD’de “entelektüel bir tavır” olarak algılanıp meşrulaştırılmaya çalışıldığı dönemler bile olmuştur.
Peki nedir gerçekten delilik? “Entelektüel bir tavır” ya da “bilgelik” midir gerçekten?
Aslında yadsınamaz bir gerçektir deliliğin özgürlük yanı.
Koparmıştır çünkü kendini bağlayan ipleri…
Belki dünyayı kendi istediği gibi görmeyi başarmış biridir sadece…
Kabul görmeyi, kabul gördükçe alkışlanmayı reddetmiştir belki…
Belki de normalleşmiştir ve belki de normal olan odur…
Belki de “normallik” konusunda yanılan biziz. Çünkü bizim “normal” dediğimiz şey, bizi bağlayan bir kurallar dizisi aslında –ki bizi bağlayan bu kuralları belirleyen biz bile değiliz… Her zaman kuralları koyan hep başkaları ve herkes “kendi normalliğini” bizim üzerimizde inşa ediyor aslında…
Ve biz her gün, her zaman, sürekli, daima, durmadan o kurallara uygun yaşayarak, o kurallardan kurtulmaya çalışıyoruz.
Oysa Albert Einstein’in dediği gibi; “asıl delilik, aynı şeyi tekrar tekrar yapıp, farklı sonuçlar beklemektir”…
Bu anlamıyla “delilik”, bakılan noktaya göre değişen bir kavram aslında.
Ve asıl korkulması gereken şey, delilik değil “aptallık, kıt akıllılık” bence…
“Delilik şüphesiz aptallıktan daha iyidir, delilik var olmuş bir zekanın yok oluşudur. Aptallık ise var olmamış bir zekanın, var olmamaya devam edişidir” demiş Einstein…
Hele bir de “açgözlülük” sarmışsa tüm bedeni, işte asıl korkulması gereken kişi karşımızdadır artık. “Ne kadar yerse yesin, ne kadar alırsa alsın içindeki derin boşluğu asla dolduramayacağını” bile bilmeyen, en küçük kazanımları bile büyük ihtiraslarla elde etmeye çalışan, garip bir yaratık vardır karşımızda…
Tıpkı Asya’da yapılan “maymun yakalama tuzağı” gibidir yaşamları. Yani…
Bir Hindistan cevizine, maymunun elinin girebileceği kadar ince bir yarık açılarak içi boşaltılır ve boşalan yere tatlı bir yiyecek doldurularak ceviz ağaca bağlanır. Maymun yiyeceğin kokusuna gelir, elini Hindistan cevizinin içine sokarak yiyeceği tutar. Ama…
Yiyeceği tutmak için yumruk yaptığı elini ince yarıktan dışarı çıkaramaz.
Avcılar geldiğinde maymun çılgına dönse de ve onu bağlayan hiçbir şey olmasa da kaçamaz. Yapması gereken tek şey elini açıp yiyeceği bırakmakken o, içindeki açgözlülüğün tutsağı olmuştur artık.
Maymunu tutsak eden, sadece kendi bağımlılığının gücüdür çünkü…
Zeka açgözlü değildir oysa…
Ama bunu düşünemeyecek kadar hırs, korku, cimrilik, açgözlülük sarmışsa bir insanın tüm benliğini, elindeki ile yetinmez artık asla…
Sokrates, “sorgulanmayan hayat, hayat değildir” dese de o, hep daha fazlasını ister.
Tıpkı atasözündeki gibi…
Aldığı tadı, tattığı şeyi elde etmek, aramak, bulmak, bırakmamak, hep ve yalnızca kendinde olmasını sağlamak için her şeyi yapmayı göze alacaktır.
Sonu acı bile olsa…
“Deliye bal/pekmez tattırmışlar, pazarda katran bırakmamış”…

28 Mart 2016 Pazartesi



“Cingil” – “Çingil” – “Cıngıl” – “Çıngıl”…
Unutulmuş bir sözcük değil aslında “cingil”.
Yörelere göre küçük değişiklikler gösterse de kullanılıyor hala.
Ama…
“Ses” olarak birbirine çok benzeyen, bu nedenle de aynı sözcük olduğu düşünülen, birbirinden hem farklı hem de aynı anlamlarda dört farklı sözcük kullanılıyor aslında.
“Cingil” – “Çingil” – “Cıngıl” – Çıngıl”…
İşte bu durumda “çarşıyı karıştırıyor” biraz.
Çünkü bu sözcüklerin kapsadığı bazı anlamlarda yer değiştirmiş.
“Küçük üzüm salkımı, üzüm salkımındaki küçük salkımcıklar” anlamı hepsinde var,
“İnci, boncuk, gümüş ve altından yapılmış süs eşyası” anlamı hepsinde var,
“Su veya süt taşınan küçük bakraç” anlamı hepsinde var…
Ama aynı bölgenin yakın şehirleri, aynı şehrin yakın ilçeleri, biri “cingil” derken, diğeri “çingil” demiş, beriki “cıngıl” derken, öteki “çıngıl” demiş.
Oysa genel geçer olarak “çingil” dendiğinde anlaşılan anlam, “küçük üzüm salkımı, üzüm salkımındaki küçük salkımcıklar” olmuş.
“Cıngıl” dendiğinde ise “inci, boncuk, gümüş ve altından yapılmış süs eşyası” anlamı anlaşılmış -ki halk arasında “süslü püslü” anlamında “cıngıllı” sözcüğü hala sık kullanılır.
“Küçük bakraç” ya da “yoğurt kabı” anlamında ise “çıngıl” sözcüğü kullanılmış.
Gelelim asıl sözcüğümüz olan “cingil” e…
“Üzüm salkımı” anlamında kullanılıyor olsa da genel geçer olarak kullanıldığı anlam oldukça farklı. Çünkü…
“Burundan damlayan su, nezleyken burundan damlayan su” anlamında kullanılmış aslında “cingil” sözcüğü...
“Sümüklü” diye yaftalamamış eskiler, hastayken yaşanan bu durumu. “Hastayken olur böyle şeyler” demişler besbelli ve “cingil” diyerek ayırmışlar konudan…
Bu sözcüklere yüklenen anlamlar, bunlarla da sınırlı kalmamış elbette…
O nedenle, bu sözcüklere yüklenen diğer anlamlara bakmakta da yarar var sanırım…
“Cingil” sözcüğü değişik bölgelerde “takla”, “ip çilesi” ve “cinci”,
“Çingil” sözcüğü ise “omuz”, “yemeni kenarına, zincir örülerek bağlanan salkım şeklindeki pullar”, “kapı mandalı” ve “ağaç veya dağ doruğu” anlamlarında da kullanılmış.
“Cıngıl” dendiğinde bazı yörelerde “eski, yırtık elbise”, “sözünü tartmadan konuşan”, “böbrek”, “ufak tefek”, “renkli göz” ve “dal ucundaki buz” gibi anlamlar,
“Çıngıl” dendiğinde ise “kıvılcım” (ki doğrusu “çıngı” dır), “kumlu çakıllı toprak”, “dağ ve ağaç doruğu”, “kayalık”, “cam bilezik”, “püskül, kuyruk” ve “çan, zil” gibi anlamlarda  anlaşılmış…
Yani anlayacağız, “ses” benzeşince hem sözcükler hem anlamlar birbirine karışmış, içinden çıkılması güç bir hal almış…
Neyse, takmayın kafanıza…
Siz havalara dikkat edin…
Havalar şu aralar biraz tuhaf, “bir günü bir gününü tutmuyor” zira…
Hasta masta olayım demeyin sakın…
“Cingilinizi sallar gezersiniz” sonra…


27 Mart 2016 Pazar


“Pabucu dama atılmak”…
Türkler Selçuklu bayrağı altında toplanıp geldikleri Anadolu’da,
Bırakıp geldikleri Orta Asya steplerine benzediğinden olsa gerek daha çok Orta Anadolu kırsalını yurt edinmişler kendilerine…
Ama başka yaşamlar, kurulu başka düzenler de varlığını sürdürdüğünden, burada yaşayan diğer halklarla rekabet edebilmek için de sivil örgütlenmelere gitmişler…
Hacı Bektaş-ı Veli’nin önerisiyle,
Ahi Evran yani “Ahi Baba”, “Ahilik” teşkilatını kurmuş.
“Ahi” sözcüğü konusunda çeşitli görüşler ileri sürülse de kabul gören görüş,
Divan-u Lügati’t Türk’ de “eli açık, koçak, cömert, delikanlı” gibi anlamlarla yer alan “Akı” sözcüğünden geldiği yönündedir.
Günümüzün “Esnaf Odaları”na benzeyen bu örgüt, koyduğu kurallarla ve kurduğu kurullarla iyi niyetli ve becerikli esnaf, iyi ve yardımsever insan yetiştirmeyi gözetmiş.
Ahi olabilmek için esnaf olmak, zanaatkar olmak, sanat, ticaret ya da bir meslek dalıyla uğraşıyor olmak ilk kural olmuş…
“Peştamal kuşanıp” Ahi olabilmenin ikinci kuralı ise bir Ahi tarafından önerilmekten geçmiş. Gayri Müslimler, hakkında kötü konuşulanlar, zina ettiği ispatlananlar, hırsızlar, tellallar, vurguncular, katiller hatta kasaplar ve hatta vergi memurları alınmamış örgüte…
“Yamak” olarak girilmiş örgüte. Dükkanda, tezgah arkasında duran her genç Ahi, ustasından zanaat, yaşam ve ahlak kurallarını öğrenmiş…
İki yıl sonra “çırak”, bin gün ya da üç yıl sonra “kalfa”, bin gün sonra “usta” olunmuş…
Her çırağın iki “yol kardeşi”, bir “yol atası”, bir “üstad”ı, bir de “piri” olmuş…
Ahinin üç şeyi, “eli, kapısı, sofrası” açık,
Üç şeyi de kapalı, “gözü, beli, dili” kapalı olmalıymış…
Şimdi deyimimize dönersek…
Öncelikle “pabuç” Farsça bir sözcük…
“Pa” ayak, “poş” örtü, “papoş” ayak örtüsü, ayakkabı anlamında…
Şimdilerde “kendisinden üstün ya da daha çok değer verilen birinin gelmesi veya ortaya çıkması ile gözden düşmek, değeri kalmamak, herhangi bir konuda geçilmek, aşılmak” anlamlarında kullanılan “pabucu dama atılmak” deyimi, Ahilik örgütünün geleneklerinden ortaya çıkıp günümüze ulaşmış bir deyimdir.
Deyimi ortaya çıkaran gelenek konusunda ise iki farklı bilgi ve öykü bulunmaktadır.
İlk öykü, deyimin ortaya çıkışını şöyle anlatıyor…
Osmanlı döneminde Ahilik örgütü, kusurlu malın, malzemeden çalmanın ve kalitesiz işin önüne geçmek için önlem amaçlı bir kural koymuş.
Bir esnaftan bir ayakkabı aldınız veya tamir ettirdiniz.
Ama diyelim ki kusurlu, hatalı çıktı.
Şikayet edildiğinde örgüt kurulları hem esnafı, hem de müşteriyi dinleyip karar veriyormuş. Eğer müşteri haklıysa bedeli ödetiliyor ve “kusurlu ayakkabı”, esnafın dükkan damına “ibret olsun” diye atılıyormuş…
Böylece de halk, o esnafın nasıl bir esnaf olduğunu görüyor, öğreniyor, biliyormuş…
Diğer öykü ise “pabucu dama atılmak” deyiminin ortaya çıkışını, başka bir Ahi geleneğine, Ahilerin “şed kuşatma” yani “peştamal kuşanma” törenine bağlıyor…
Çıraklıktan kalfalığa geçiş töreni öncesinde, eğitimini tamamlayan çırağın pabucu dama atılıyormuş. Atılıyormuş ki…
Artık kalfa olduğunu, çıraklık zamanındaki gibi iki “yol kardeşi”, bir “yol atası”, bir “üstad”ı, bir de “piri” olamayacağını bilsin, yerine yeni bir çırak geleceğinden,  kalfalarından ve ustalarından eskisi gibi ilgi görmeyeceğini anlasın isteniyormuş…
İşte bu gelenek “pabucu dama atılmak” deyimini ortaya çıkarmış…
Hani bana soracak olunursa da düşüncem;
İlk anlatılan öyküde, bir kuraldan söz edip ama olayı sadece “ayakkabı satan esnafa verilen ceza” olarak anlatıldığından olsa gerek,
Deyim içinde geçen sözcüklere göre yaratılmış zorlama bir öykü olduğu yönünde…
Bu nedenle de ikinci öykü bana daha yakın geliyor ve…
İlk öykünün pabucunu dama atıyor…

26 Mart 2016 Cumartesi


"Sabotaj-sabote etmek"...
Ölçülebilir bir zaman dilimi içinde gerçekleşse de tam tarihi verilemiyor.
Ama 1760’lı yıllara ya da 18.yy.ın ikinci yarısına ulaşıldığında dünya düzeninde bir şeyler değişmeye başlamış. Ta ki 1829 yılına kadar…
Yapılan bir dizi buluşun tetiklemesi ile tekstil, enerji, demir, çelik ve ulaştırma üretiminde yaşanan bu değişimlere de “Sanayi Devrimi” denmiş.
Dolmabahçe sahilinde araba içinde oturan sevgililere, camlara buhar tutarak araba içini görünmez kılmak için buhar makinesi ile hizmet veren uyanıklar gibi “buharın gücünü” keşfetmiş dünya…
Buharla çalışan makineler yapılmış, bu makinelerin üretime sokulmasıyla da “fabrika” denen kavram doğmuş…
Önce İngiltere’de, ardından da Kuzey Amerika ve Japonya’da…
Yıllarca Aztek ve Mayaların, altından yapılmış her şeylerini eritip yağmalayan İspanyollar ve İspanyol gemilerini vurup yağmalayan İngilizler, Avrupa’ya tonlarca altın taşımışlar ki bu altınlar da sanayi devriminin finans kaynağını oluşturmuş.
En büyük sömürge İmparatorluğu olan İngiltere,
Sömürgelerinde ne kadar hammadde olabilecek kaynak varsa hepsini sömürünce,
Üstüne bir de parlamentosu, kapitalizmin ilkeleri doğrultusunda, iç piyasada rekabeti önleyici engelleri kaldırınca değişimin alt yapısı hazır oluvermiş…
Sadece tarım bilinirken,
Sadece ticaret bilinirken,
Sadece tefecilik bilinirken,
Zenginler “fabrikatör”, köylüler ve fakirler “işçi” oluvermişler birden…
Yaşananlar zenginlere zenginlik katsa da…
Fakir halk için sonuçlar olumsuz olmuş…
Çalışma ve yaşama şartları zorlaşmış, çalışma saatleri uzamış ama ücretler hep “güdük” kalmış.
Kadın ve çocuk işçiler içinse yaşam dayanılmaz olmaya başlamış…
Sendika ve grev gibi konular ağza bile alınamadığından, sağlıksız koşullarda, havalandırmasız yerlerde çalışmaya zorlanmışlar hep…
Tak etmiş canlarına…
Haklarını almak için yollar aramışlar…
Ve bir gün, zenginlere zarar vermenin en iyi yolunun, onların para kaynaklarını engellemek olduğunu, üretimi durdurmanın en iyi yol olduğunu keşfetmişler…
Bunu içinde “sabot”larını yani “sabo”larını kullanmışlar.
Yani “terliklerini”…
Adını Fransız çiftçilerin giydiği terliklerden alan bu terlikleri,  sanayi devrimi sırasında İngiliz işçilerde giymiş…
Bizim ülkemizdeki “nalınlar” gibi tahtadan yapılmış, kalın tahta tabanlı, aslında tamamen tahtadan oyulmuş arkası açık ayakkabı şeklinde ki terliklerini kullanmışlar…
Bu terlikleri makinelerin çarklarına sokmuşlar, üretimi engellemişler…
Tren raylarını değiştiren ray yataklarına sokmuşlar, ulaşımı engellemişler…
Yani “sabo”larını kullanarak “sabotaj” yapmışlar…
Üretimi engelleyip “sabote etmişler”…
Kaynaklar, “sabotaj” sözcüğünün doğmasına neden olan ilk olayın, “Luddite İsyanı” olduğunu, isyanın adının ise çalışma koşullarından memnun olmayan “Ned Lud” adlı bir işçinin, çalıştığı çorap tezgahının çarkları arasına terliğini sokarak tezgahı parçaladığını söylüyor…
Ki “luddite” İngilizce “makine düşmanı” anlamına geliyor.
Neyse…
Yaşanan bu olaylardan sonra, işçiler bazı haklar kazanmışlar elbette ama dünya dilleri de yeni bir sözcük kazanmış…
“Sabotaj”…
“Bir hizmetin, bir iş yerinin normal işletişine engel olmaya veya bir tesisatı, bir makineyi ve tesisi kullanılamaz duruma getirmeye yönelik kasıtlı hareket ve davranış”…
Bizde ise melez bir başka yapıya da bürünmüş…
“Sabote etmek”…
Yani “baltalamak”…

25 Mart 2016 Cuma


"Biri bilmen, beşi bilmen sınırdaki taşı bilmen"...
Verdiğim “kamera oyunculuğu” derslerinin bir bölümünü “Beden Dili”ne ayırıyorum.
“Mesafeler” ise beden dilinin önemli konularından biri…
Herkesle, her zaman, her yerde aynı mesafede olmayı reddediyor çünkü “beden”…
Farkında olmasak da bedenimiz, gerekli gördüğü sınırı çiziveriyor hemen.
“Mesafe” olgusu, ülkelere ve iklimlere göre mesafe farklılıkları gösterse de…
“Mahrem”, “Kişisel”, “Sosyal” ve “Genel” olmak üzere dört alandan oluşuyor…
Bizde “mahrem alan” 0 - 25 santim…
Sadece anne, baba, kardeş, eş ve çocuğumuz gibi yakınlarımız giriyor o alana…
“Kişisel alan”,  25 - 100 santim ki…
Buraya da çok yakın arkadaşlarımızı alıyoruz…
“Sosyal alan”, 1 - 2,5 metre…
Günlük yaşamımızda bir şeyler paylaşmak durumunda olduğumuz insanları bu alanda kabul ediyoruz…
“Genel alan” ise 2,5 metrenin üzeri…
Hiç tanımadığımız tüm insanları, bu sınırın ötesine atıveriyoruz hemen…
İşte o nedenledir ki…
Asansör ya da toplu ulaşım gibi yerlerde huzursuz oluyoruz…
Fiziksel olarak durum böyle…
Peki ya duygusal olarak?
İşte sorun da orada başlıyor zaten…
Çünkü beynimiz ya da kalbimiz devreye girdiğinde o sınırı çizemiyoruz.
“Nazik olmak”, “sevimli olmak”, “seviliyor olmak”, “anlayışlı olmak”, “yakın olmak”…
Ya da “yanlış anlaşılmamak”, “yanlış anlamamak”, “yardımcı olmak”…
Dahası da sayılabilecek ama bizi “yoran” bu gibi nedenlerle çizemiyoruz o sınırı…
İnsanları memnun etmeye, mutlu etmeye çabalıyor,
Bu çabaların bize belki de yakınlık olarak dönmesini bekliyoruz.
Kendi işlerimizi bile erteleyip başkalarına yardım etmeyi seçiyoruz.
Başkalarının hata yapmalarını önlemeye çalışıyor,
Başlarına gelebilecek kötü şeyler için uyarmaya ya da korumaya çabalıyoruz…
Kısaca koyamıyoruz o sınırı, varsa da gevşiyoruz, gevşetiyoruz…
Oysa sınırları yanlış anlamak en kolay iş…
Hele bir de “niyette varsa”…
Çünkü gösterilen her yakınlık, sınırlarımıza yapılan saldırı olarak dönüyor hemen…
Biz sınırlarımıza çok sadık olsak bile,
Karşımızdakine “hayır” demeyi becerebilsek bile,
Karşımızdaki tarafından darmadağın ediliveriyor o sınırlar…
Hele bir de ilk “sınır aşımında” müdahale etmemişsek,
“Aman şimdi kırgınlık çıkmasın” demişsek,
Sınırı aşmak, alışkanlık yapıyor bazılarında.
İşte o zaman geldiğinde de…
Belki tepki koyup tehditler savuruyoruz…
Belki sinirlenip hesap soruyoruz…
Belki çok öfkelenip cezalandırmak istiyoruz…
Belki de sadece gülüyor ve laf sokuyoruz…
“Biri bilmen, beşi bilmen, sınırdaki taşı bilmen”…



24 Mart 2016 Perşembe


"Kıyımsız"...
Bir arkadaşım vardı…
Parayı mı severdi yoksa para tutmayı mı bilmem ama…
Kuruş çıkmazdı cebinden.
“Ucuz” diye filtresiz sigara içerdi.
Bıraksa daha ucuz olurdu belki ama belli ki tiryakilik daha ağır basmıştı.
İşe yürüyerek gider,
Öğle yemeklerini simitle geçiştirirdi.
Simit yanında içeceği çay içinse arkadaşlarının “pişpirik” attığı kahveye gider,
“Yancı” olarak içerdi simit yanında çayını…
Çocuğu bile hastalansa toplu taşıma ile işyeri doktorluğuna getirirdi hep…
Ama…
Serveti müthişti…
Türkiye’de “Borsa”nın açıldığı günden beri,
Eline geçen tüm parayı,
Minimum düzeyde tuttuğu yaşamsal giderleri için gerekli olan kısmı ayırır,
Maaş, ikramiye ve yaptığı görev nedeniyle çok sık aldığı harcırahı,
Olduğu gibi borsaya yatırırdı…
Uzmanı olmuştu artık borsanın da…
Hangi “kağıt” çıkacak, hangisi ne zaman düşecek bilirdi hemen…
Eh ne de olsa otuz yıldır içindeydi bu işlerin…
Türkiye’nin önde gelen markalarının önemli düzeyde hissedarı bile olmuştu artık…
Trilyonlarla ölçülecek bir serveti olmuştu anlayacağınız…
Ama…
Oturmak için ev de almadı kendine, araba da…
Kuruş harcamak istemedi asla…
“Biliyorum benden sonra bu para kalmayacak ama ben biriktirmeyi seviyorum” diye savundu kendini hep…
Neyse biz “kıyımsız” sözcüğüne dönelim…
“Cebindeki parayı harcamaya, sahibi olduğu hiçbir şeyi vermeye kıyamayan, eli sıkı” anlamında ki sözcüğümüz artık unutulmuş durumda…
Kullanan varsa da parmaklarla sayılacak kadardır sanırım…
Bir dönem, Yunanca olduğu düşünülen “pinti” sözcüğü moda olsa da
20.yy.da bu sözcüğün yerini Farsça, “soysuz, sefil, dilenci” anlamındaki “cimri” sözcüğü almış…
Ama bu “huy” için söylenenler,  bunlarla da sınırlı kalmamış elbet. Misal…
“Hasis” denmiş, “kısmık”, “nekes”, “ekti” denmiş…
“Kibritçi” denmiş, “mıh sıçtı” denmiş, “varyemez” denmiş…
Eh demek ki “eli sıkılığı” kimse sevmemiş…

23 Mart 2016 Çarşamba


"Yelkenleri suya indirmek"...
Cenevizliler Bizans’la birlik olup Kefe, Sinop ve Amasra’da koloniler kurmaya başlamışlar…
Bu nedenle Boğaz geçişi çok çok önemli olmuş Cenevizliler için.  Ama…
Boğaz geçişi Osmanlı için de çok önemli olmuş…
Yıldırım Beyazıt bir önlem almak istemiş ve…
Boğaz’ın en dar, 660 metrelik noktasına 1395 yılında “Güzelce Hisar”ı yani Anadolu Hisarı’nı yaptırmış…
Üzerinden yarım asır geçmiş ki II.Mehmet, İstanbul’u kuşatıvermiş.
Ama hem Boğaz’ı korumak, hem de başka devletlerin gemilerinin geçişini denetim altında tutmak ve oradan gelecek yardımları engellemek gerektiğinden,
Emirler verilmiş, çalışmalar başlamış hemen. Ve…
Tam da Anadolu Hisarı karşısına iki yıl içinde 1452 yılında “Rumeli Hisarı” yapılıvermiş...
Fetih sırasında Bizans tarafında, surlar içinde bulunan Nikola Barbaro, “Konstantiniyye Muhasarası Ruznamesi” adlı eserinde, “devamını” şöyle anlatıyor.
“…Sütunlar (Kabataş) mevkiinde bulunan donanmasından bütün taifesini karaya çıkarttı ve Pera şehri üzerinde bulunan dağı düz bir hale getirdi. Sahilden yani donanmasının bulunduğu sütunlar mevkiinden başlayarak 3 mil uzakta olan Konstantiniyye limanı dahiline kadar her yeri mükemmel bir surette tesviye ettiler. Türkler tesviye ettikleri topraklar üzerinde çok miktarda kütükler koyup bunları iç yağı ile mükemmelen yağladılar…”
Sonunda Konstantiniyye İstanbul olmuş II.Mehmet ise Fatih Sultan Mehmet …
Boğazların kontrolü ise tamamen Osmanlının olmuş…
Her geçen gemi denetim altında geçmiş Boğaz’ı…
Gemiler de dönemin “denizcilik geleneklerine” bağlı kalmışlar hep.  Yani…
Denizlerde gezen gemiler kürekli veya yelkenli,
Ya da hem kürekli hem de yelkenli olduğundan,
Bir başka devletin sınırlarına girdiklerinde,
Bir saygı ifadesi olarak da yelkenlerini indirirlermiş…
Ama…
Günlerden bir gün, Fatih Sultan Mehmet,
Rumeli Hisarı’nda belki gezintiye, belki de kontrole çıkmış…
Bir Ceneviz gemisi ise Boğaz’a girip Hisar’a yaklaşmış…
Askerler bakmışlar ki geminin “yelkenleri havada”…
Uyarmışlar gemiyi, demişler “eşeklik gerekmez, indir!..”
Şaka bir yana ama Ceneviz gemisi inat etmiş, indirmemiş yelkenleri.
Durum Fatih Sultan Mehmet’e bildirildiğinde ise emir, kesin ve net olmuş…
“Batırın gemiyi!”…
Hemen top ateşi başlamış ve emir geciktirilmeden yerine getirilmiş…
Olayı izleyen Yeniçeriler arasında ise belki de şaka yollu bir laf edilmiş…
“İşte şimdi yelkenleri suya indirdi”…
İşte bu söz şimdilerde “Direnmekten, ısrardan, büyüklenmekten, kendini yükseklerde görmekten vazgeçmek, yumuşamak, duruma göre hareket etmek, haddini bilmek, gerçekleri görmek ve karşısındakinin dediğini kabul etmek” anlamlarında bir deyime dönüşerek günümüze kadar gelmiş…