"Dulda"...
Çocukluğumda
rahmetli dedem çobanlık yapardı…
Aslında
babamın “babalığı” idi…
“Karabakla”
idi lakabı…
Ufak
tefek, güneşten kavrulmuş bir adamcağız…
O
nedenle takmışlardı o lakabı.
Yaz
tatillerinde tam gün,
Okul
zamanı “sabahçı/öğlenci” durumuma göre yarım gün yardım ederdim kendisine.
Sincan’ın
ineklerini güderdik beraberce…
Sabah
inekleri alır, Sincan’ın etrafındaki tepelere çıkar, akşam da geri getirirdik.
Sabah
kadınlar “toplanma yeri”ne inekleri getirir, bize bırakırlardı.
Ama
gidemezlerdi geri evlerine…
Çünkü
eş dost, arkadaş hepsi orada görüşür,
İnceden
başlayan sohbet, derin konulara yelken açardı…
“Hemencecik
biter” sandıkları sohbet uzayınca,
Güneş
ve rüzgar rahatsız ederdi kendilerini…
O
zaman sığınacak, korunacak bir dulda arar,
“Şu duldaya ge gız, oturam eccik” diyerek,
Gözlerine
kestirdikleri en iyi yeri kaparlardı hemen…
Onları
güneş değmesinden, rüzgar esmesinden koruyacak yeri bulunca,
Hele
bir de taş ya da ağaç parçası varsa oturacak,
Sohbetin
de tadına doyum olmazdı.
Ki
biz akşam inekleri getirdiğimizde,
Halen
oturur olurlardı çoğu zaman…