29 Şubat 2016 Pazartesi


"Cızbüzzük"...
“Hava da kapandı, yağacak mı ne?” dersin,
“Tamam da bana ne? Ben ördek miyim?” derler…
Her şeyden bir anlam çıkarır,
Sanki alınmak için fırsat kollarlar…
Yüz tane laf edersin,
Doksan dokuzunu kendi üstlerine alınırlar…
“Rutubetten nem kapar”,
Olmadık şeylere, olmadık anlamlar yüklerler…
Hemen her şeyden alınır, darılır, küser, kırılırlar…
İnsanı kendinden bile şüpheye düşürür,
“Ulan ben ne pis adammışım. Allah beni kahretsin ya..” diye nefret bile ettirirler.
Böylelerinin yanında değil konuşmak,
Düşünmeye bile korkarsın…
Sonra “aklın başına gelir”, bakarsın ki suç sende değil,
“Amaann, işkilli büzük dingilder” deyip geçersin…
Ama tek sözcükle çok şey anlatmada oldukça başarılı olan “eskiler” sözü hiç uzatmamışlar,
“Her şeyden incinen, alınan, alıngan” olan böyle tiplere,
Ayrıca…
 “Adam olacak çocuk bokundan belli olur.  Bunun ne olacağı şimdiden belli, baksana her halta zırlıyor” dercesine,
“Yaramaz ve yerli yersiz her şeye ağlayan çocuklara” da “cızbüzzük” demişler…
Ancak…
Bu sözcük unutulmuş, kullanımdan düşmüş. Kapsadığı alan boşalmış ama yerine yeni bir sözcük de konmamış…
Oluşan boşluk, “işkilli büzük dingilder” deyimi ile doldurulmaya çalışılsa da…
Bu deyim “ yerli yersiz ağlayan çocuk” anlamını kapsamadığı için de boşluk tam olarak kapatılamamış…

28 Şubat 2016 Pazar


"İki dirhem bir çekirdek"...
“Üüff fıstık gibi olmuşsun kıızzz !...”
Anlam olarak aslında kılık kıyafeti kapsamasa da…
Şimdilerde böyle deniyor.
Ama eskiden…
Giyim kuşamına özen göstermiş, şık giyinmiş bir tanıdık, bir arkadaş, yakın bir dost görüldüğünde, “ay hemşire, vallahi iki dirhem bir çekirdek olmuşsunuz” deniyormuş…
Gelelim deyimin öyküsüne…
Ağırlık ölçüsü olarak “okka”nın kullanıldığı zamanlar ve bir okka 1283 gram…
“Dirhem” ise hassas bir ağırlık ve okkanın 400’de biri…
Yani İstanbul için kabul edilen ölçüsüyle 3,207 gram…
Bu nedenle de dirhem, hassas terazilerin ölçüsü olmuş… Altın ve değerli madenlerle uğraşan sarraflar hep “dirhemle satmışlar”. Ancak bu hassas teraziler için daha küçük, daha hassas başka bir ölçüye de gerek duyulmuş…
Buna da “çekirdek” denmiş ki ağırlığı 5 santigram… Bu ölçü için de bildiğimiz bir meyvenin çekirdeği kullanılmış…
“Harnup” yani Keçiboynuzu çekirdeği…
Çünkü…
Keçiboynuzu çekirdeği, boyutları ne olursa olsun, doğada ağırlığı değişmeyen tek tohum, tek çekirdek… Sert yapısı nedeniyle, su ve diğer dış etkenlerden de asla etkilenmeyen bu çekirdeğin her birinin ağırlığı 0,2 gram…
Bu nedenledir ki antik çağdan bu yana, altın ve değerli madenlerin tartılmasında hep keçiboynuzu çekirdeği kullanılmış… Günümüzde bile değerli taşlarda ölçü olarak kullanılan “karat”, bu çekirdekten gelir ve bir karat, 0,2 grama eşittir.
Çünkü…
Keçiboynuzu, Yunanca “keration” demektir ve Arapça “kırat/karat” sözcüğü  bu sözcükten türetilmiştir…
Bu bilgilerden sonra tekrar başa dönelim…
Deyimin ortaya çıktığı dönemlerde Osmanlı, dirhemle ölçülen gümüş paraların yanı sıra, oldukça değerli bir altın para da kullanıyormuş ki o paranın da ağırlığı da “iki dirhem, bir çekirdek” ölçüsündeymiş…
Yani…
Şık ve iyi giyinmiş arkadaş ve dostlarına “iki dirhem bir çekirdek olmuşsun” yakıştırması yapanlar, “altın para gibi kıymetli olmuşsun” -  “altın gibi değerli olmuşsun” demek istemişlerdir aslında… 

27 Şubat 2016 Cumartesi


"Çığır"...
Şimdilerde kime sorsan, “çığır açıyor”.
Hadi bilim adamlarını veya sanatçıları anlıyorum...
“Yaptıkları şeylerle alanlarında bir yol açmış, yöntem bulmuş” olabilirler.
Kısaca “yenilikçi bir akım başlatmış” olabilirler…
Ama bitmiyor ki…
Herkes ne yaparsa yapsın, aynı iddiayı tekrarlıyor.
Kahvede, “okey” oynayanlar bile aynı şeyin peşinde…
“Arkadaş bugün destan yazdım, taş çalmada çığır açtım şerefsizim…”
Sanırsın ki bir çağı kapatıp, yeni bir çağ açtı…
Bir de tersi durumlar var.
Yani “çığırından çıkmalar”…
Yani “doğru ve uygun gidişten ayrılarak düzelemez hale gelmeler”…
Yani “amacından saparak, düzeltilmesi güç bir durum almalar”…
Ama bunu kimse üstlenmiyor, kimse üstüne almıyor.
Herkes karşısındakine yüklüyor.
“Arkadaş şu işin başında dursaydın, işler bu kadar çığırından çıkmazdı…”
Hatta sinirlenenler de suçu başkasına yıkıyor…
“Adamı çığırından çıkarma lan !..”
Aslında “çığır” sözcüğü oldukça eski bir Türkçe sözcük…
“Divan-ı Lügat-it Türk” de, “çagır/çıgır” olarak geçiyor…
Anlamı ise “dar yol, patika, karda yürüyerek veya herhangi bir şekilde açılan yol” demek…
“Çığ”dan, “çığın kar üstünde açtığı iz”den türemiş…
Ancak farklı yörelerde, farklı anlamlar da yüklenmiş…
Ankara’da “karlı yerlerde kürekle açılan yol” anlamında kullanılırken,
Malatya’da hem bu anlamda hem de “taşlı yol” anlamında kullanılmış…
Adana, İçel, Eskişehir, Niğde, Sivas ve Tunceli’de
“Taşlı yol, patika” anlamında kullanılırken,
Muğla’da “omuz başı” anlamında kullanılmış…
Konya Ermenek’te  “patika” anlamda kullanılırken,
Konya Başhöyük ve Kadınhanı’nda “kel” anlamında kullanılmış…
Coğrafyada da kullanılmış…
“Bir akarsuyun kaynağından başlayarak döküldüğü yere kadar izlediği yola” çığır, kaynak kısmına “yukarı çığır, beslenme kesimine “orta çığır”, denize veya göle döküldüğü kesime de “aşağı çığır” denmiş…

26 Şubat 2016 Cuma


"Dört diyon, dokuz diyon, topluyon otuz diyon"...
“La gardaşım sen bana dün ölee dimedin mi?”
“Ne dimedim mi?”
“Hani, böyleykene böyle didin ya…”
“Hee didim…”
“Eee?”
“Ne e’si?”
“La gardaşım, hasta itme adamı… Ne dimek la ‘ne e’si?’ Dün didiğin başka, bugün didiğin bambaşka… ‘Uydum akıllı mısın sen?”
“Eyi de gardaşım, dün dündür, bugün de bugün…”
“La git allasen… Götün başın ayrı oynuyo senin. Dün başka gonuşuyon, bugün başka gonuşuyon…Ürüzgar nireden eserse, oraya dönüyon…”
“Valla bu iş böölee... İşine gelirse…”
“La git!.. Bi de iş deyip duruyon… Döneklik la senin yaptığın… İşine nasıl gelirse ölee diyon… Menfaatin neree dirse onu yapıyon…”
“N’apacadım ya?”
“N’apacan, sözünde duracan… Emme sen n’apıyon? Bi dört diyon, bi doğuz diyon, sonaa topluyon otuz diyon…”
Belki de böyle oldu…
Ama bilmiyoruz…
Bildiğimiz, Kayseri ağzıyla bu deyimin söylenişinin,
“Dört diyon, doğuz diyon, topluyon otuz diyon” şeklinde olduğu…
Ticarete ve hesaba iyi çalışan kafalar,
“Kıssa”sını da deyimini de buradan çıkarmış belli ki…
Kim ki “bir dediği bir dediğini tutmuyor”,
Kim ki “önce kendi çıkarını gözetiyor”,
Kim ki “işine geldiği gibi yorumluyor”,
Kim ki “içten pazarlıklı davranıyor”
Pazarlık yapar gibi bir eleştiri ile karşılaşmış hemen…
“Dört diyon, dokuz diyon, topluyon otuz diyon”…


25 Şubat 2016 Perşembe


"Siftinmek"...
Tam unutulmak üzereydi ki…
Birden parladı.
Sonrasında ise pek sevdi gençler.
Argo anlamlar yükleyenler de oldu, istediği yere çekenlerde…
Ama…
Anımsanması, günlük dilimize tekrar girişi konusunda bir bilgimiz olmamasına karşın,
Çocuğuna sinirlenen bir anneden çıkması da olası…
Çünkü…
Anneler, çocuklarına kızdıklarında,
Onların asla anlamayacağı sözcükleri anımsayıp, kullanmada oldukça hevesliler nedense…
“Kıssa” içerdiğinden midir, tek sözcükle çok şey anlatılabildiğinden midir bilinmez,
Sevinç, hüzün ya da kızgınlık anlarında daha çok anımsanır, kullanılır eski sözcükler…
 “Anne yaa… Benim karnım çok acıktı…”
“Mutfak benim cebimde mi? Siftinip durana kadar, kalk da hazırla…”
“N’apana kadar? Ya anne sen nece konuşuyosun?”
“Anlayan anladı… ‘Siftinme’ dedim n’olmuş? Yalan mı dedim?  Sabahtan beri devirdin bi yerlerini, kaşınıp duruyosun…”
Tam böyle olmasa da…
Olmadığının da garantisi yok…
Bu ve buna benzer şeyleri, biz de yaşadık, gençler de yaşıyorlar…
Eh ne de olsa,
Bu da bir tür “kültür aktarımı”…
Kısaca…
“Siftinmek” sözcüğü, halk arasında genel olarak,
“Omuzları oynatarak, giysi yardımı ile kaşınmak” anlamında kullanılmış…
Ancak…
Denizli, Bilecik, Amasya, Antalya, Adana, Nevşehir, Kırşehir ve Niğde ‘de,
“Zaman geçirmek, oyalanmak” anlamında kullanılırken,
Eskişehir’de “kaşınmak”,
İçel’de “amaçsız, tembel tembel dolaşmak” anlamlarında da kullanılmış…
Türk Edebiyatında Mahmut Şevket Esendal,
“Bunamış işte. Kadın gördü mü dayanamıyor, siftiniyor. Bir halt edeceğinden mi?” diyerek, “oyalanmak, zaman geçirmek” anlamında kullanırken,
Yakup Kadri Karaosmanoğlu,
“Mahallede duvar kenarlarında siftinip pinekleyen uyuz, kör, topal köpeklerden başka kimse yoktur.” diyerek, “kaşınmak, bir yere sürtünerek kaşınmak” anlamında kullanmış “siftinmek” sözcüğünü…

24 Şubat 2016 Çarşamba


"Balık kavağa çıkınca"...
Günümüzde bazı türler neredeyse tükenmiş olsa da…
İstanbul suları, öteden beri balık çeşitlerinin çokluğu ile ünlüdür.
Farklı özellikte iki denizi birleştiriyor olması, bu çeşitliliğin ve bolluğun ana nedenini oluşturur.  Misal…
10 Şubat 1934 tarihinde İstanbul Boğazı’nda gerçekleşen balık akını, öylesine büyük olmuş, boğazı öylesine balık kaplamış ki insanlar neredeyse elleriyle balık avlamışlar.
Hatta lüferin kilosu 4 kuruşa kadar düşmüş…
Neyse, biz öykümüze dönelim…
Boğazda balık çok olsa da balıkçılar şimdiki gibi olanaklara sahip olmadıklarından,
“Rast gele” diyerek kayıkları ile açılabildikleri kadar açılır,
Mevsimine göre kısmetlerine ne çıkarsa, kayıklarına doldurur, evlerine dönerlermiş…
Yakaladıkları balıkları da şimdilerde İstanbul Ticaret Odası ve Galata Köprüsü arasındaki bölgede bulunan “Yemiş İskelesi” ile birkaç yerde bulunan balık pazarlarına getirip satarlarmış…
Ama doğal olarak bu satışta, ticaretin değişmez kuralı egemenmiş…
Yani “arz – talep kuralı”…
Çünkü yakalanan balıklar satılırken, balığın bolluk durumuna göre,
Önce bu pazarlara yakın mahalle ve semtlerden başlanır,
Balık çoğaldıkça ve yakın semtlerde oturanların balığa olan ilgileri azaldıkça,
Balıklar daha uzak olan semtlere götürülüp satılırmış…
İstanbul Boğazı’nın Karadeniz’e açılan noktasında bulunan iki semti,
“Rumeli Kavağı” ve “Anadolu Kavağı” ,
Şimdiler de balık ve midyenin merkezi sayılsalar da…
Her yer balık lokantalarından geçilmese de…
O zamanlar bu açıdan oldukça şanssızlarmış…
Çünkü…
Hem en uzak semtler sayılıyor,
Hem de çok rüzgarlı ve kuvvetli akıntıların olduğu bölgeler olduğundan,
Balık avlamak neredeyse olanaksızmış…
O semtlerde oturanların balık yiyebilmeleri için,
Balığın bollaşması ya da diğer semtlerin balığa olan ilgisinin azalması gerekiyormuş.
Balığın bol çıktığı zamanlarda Tophane’den Rumeli Kavağı’na, Üsküdar’dan da Anadolu Kavağı’na kayık veya atlı arabalarla balık götürülüp satılırmış…
Ancak bunun yararı da yok değilmiş hani…
Çünkü balık onlara gelene kadar oldukça ucuzluyormuş…
Balığın bol olmadığı zamanlarda, balığı daha ucuza alabilmek için pazarlık eden müşterilere balıkçılar hep benzer yanıtlar verirlermiş…
“Valla hemşerim, biz o paraya ancak balık kavağa çıkınca satıyoruz”…
Ya da…
“Ooo, senin söylediğin fiyat, ancak balık kavağa çıkınca olur”…
Ancak…
“Bazı şeylerin olabilmesi için uygun zamanın gelmesi gerekli” anlamında ki bu söz,
Ortaya çıkış öyküsü unutulunca,
İçinde geçen “kavak” sözcüğü “kavak ağacı” sanılınca, “balığın ağaca tırmanması” gibi bir absürtlüğü akla getirmiş ve “gerçekleşmesi olanaksız işler, istekler” anlamında kullanılır olmuştur… 

23 Şubat 2016 Salı


"Cemre"...
Arapça “cmr” kökünden türeyen “camra” ya da bizim söyleyişimizle “cemre” sözcüğü,
“Kor, köz, kor halinde ateş” anlamındadır.  Ayrıca “Hacıların Mina’da şeytan taşlamasına ve oluşan taş yığınına da cemre” denmektedir.
Ancak…
“İlkbaharın başlangıcında, yedişer gün arayla havada, suda ve toprakta oluştuğu düşünülen sıcaklık artışı” inanışı, eski Türklerden günümüze kadar gelmiş bir halk kültürü ürünü ve inanışıdır.  Çünkü…
Halk kültürünün, gün, ay, yıl gibi tekrarlanan olaylara dayalı takvim dışında,
Toplumu ilgilendiren olaylara dayalı da bir takvimi vardır…
Yaşadığı bolluğu da bir şeyin “miladı” saymıştır, yaşadığı kıtlığı da…
Doğumu da bir takvime “başlangıç” yapmıştır, ölümü de…
Halkın takviminde, çiçek açmanın da bir zamanı vardır, yaprak dökmenin de…
Ekin biçmenin de zamanı vardır, bağ bozumunun da, koç katımının da…
Tüm bunlar gibi, doğanın uyanmasının da bir zamanı vardır…
İşte bu zaman, Türk ve Altay halk kültüründe “imre” zamanıdır…
Doğanın ısınmasına, hava, su ve toprakta oluştuğu düşünülen ısı artışına, eski Türkler “imre” demişler, “Em/İm” kökünden türetmişler.
“Em/İm”; “ateş” anlamı da taşımış, “aşk” anlamı da…
“Ateş” ve “Aşk”…Belki de aynı şeyin iki farklı ifadesi bu sözcükler…
Çünkü tasavvufta “kor, ateş ve aşk” kavramları, mecazi bir anlam da içermiş.
“Temizlenmeyi” ve “yeniden doğuşu” simgeleyen ateş,
“Aşk” kavramının yakıcılığıyla da yakından ilgilenmiş…
“Aşık olmak” anlamındaki “Amramak/Emremek/İmremek” sözcükleri unutulsa da,
“Aşık” anlamındaki “Amra/Emre/İmre” sözcüğü,
“Yunus Emre”nin içindeki aşk ve onu yakan ateşle ulaşmış günümüze…
“Em/İm” kökü ayrıca “Damga” ve “hafıza” gibi anlamlar içerse de,
“İm”, hem Moğolcada hem Türkçede “işaret, belirti” demek…
“Baharın gelişinin işareti, belirtisi” anlamında “imre” denmiş belki de…
“İmre”nin Türk ve Altay mitolojisinde de yeri vardır.
İnanışa göre, “İmre, İmere ya da Emire denen cin, ilkbaharda görünüp, titrek ışıklar saçarak göğe yükselir. Sonra buzların üzerine düşerek onları eritir. Oradan da yere iner. Ardından ısınmış topraktan buharlar yükselir.”
“İmre” sözcüğü, Bulgarlarda “Zemire”, Anadolu Türkçesinde “Zemre” olarak da geçer…
“Zemre”, nem, buhar gibi anlamlar taşırken,
“Emir” sis, duman, bulut anlamlarına da gelir…
Azerbaycan Türklerinin, “yaratılışla ilgili” eski inançlarından kaynaklanan ve Nevruz Bayramı’ndan önce, yılın son Çarşamba gününde yapılan, “Boz ayın dört çarşambası” geleneğini kapsayan “Cemle” sözcüğü de “İmre,İmir, İmere, Emire” sözcükleriyle ilgilidir…
Hatta…
Halk kültürümüzde “soğukta kalanlar” için kullanılan,
“İmir’in/Emir’in iti gibi titremek” deyimi de bu inanışlarla ilgilidir.
Yani…
“Cemre” sözcüğü Arapçadan gelse de…
İnanışı atalardan kalan bir miras kısaca…

22 Şubat 2016 Pazartesi


"Adamın/abdalın korkağı taşın büyüğüne sarılır"...
“Korku”nun kendisinden de korkulur ama…
Korkaklardan daha çok korkmak gerekir aslında…
Korkunun onlara neler yaptıracağının garantisi yoktur çünkü…
“Karşı karşıya”,
“Teke tek”,
“Başa baş” iken bilirler bir şey yapamayacaklarını…
Ama ya “arkadan arkaya”?
Ya “geriden geriye”?
Ya “gizliden gizliye”?
İşte odur korkulması gereken şey…
Çünkü…
Bilirler ki sadece bir şanslar olacak,
Bilirler ki “başaramazlarsa” halleri “nice olacak”,
Bilirler ki olmazsa eğer, onları hiçbir şey kurtaramayacak…
İşte o yüzden “büyük” düşünürler…
“En büyük taşa sarılır”,
“Öldürücü darbenin” peşine düşer,
“Kesin sonuç” verecek hamle için fırsat kollarlar…
“Pusu kurarlar”…
Karanlıklara saklanırlar…
Kendileri hiç görünmeden bitirmek isterler “işi”…
İşte o yüzdendir ki düşmanın bile merdini diler insanlar…
Eskiler, bu tür korkaklara karşı,
“Adamın korkağı taşın büyüğüne sarılır”,
Ya da “abdalın büyüğü taşın büyüğüne sarılır” diyerek,
Uyarmışlar dostlarını, sevdiklerini, tüm insanları…
Eh bize de onları dinleyip, dikkatli olmak kalıyor belli ki…

21 Şubat 2016 Pazar


"Sümdük"...
Göreneğimiz mi değişti,
Yetiştirilme şeklimiz mi bilmiyorum…
“Sümdükler” sardı dört bir yanı...
Gördüğünden “göz kirası”,
Başkasının yediğinden “diş kirası” peşinde birileri…
Hani Mevlana’nın,
“Nice insanlar gördüm üzerinde elbise yok,
Nice elbiseler gördüm içinde insan yok” demesi gibi,
Kılık kıyafetler düzelse de içindeki adam sayısı gittikçe azaldı…
Arsızlık,
Açgözlülük,
Utanmazlık,
Asalaklık sardı toplumu…
Sanırsın ki “sadaka kültürü” atalarımızdan kalan miras…
Sıkı sıkıya bu kültürle sıvanmış insanlar her yerde…
Televizyon “yarışmalarında”, hepi topu açacağı bir kutuyken,
“Ne olur yardım edin Memedali beeyyy” diye ortalığa saçılan sümdüklerle beraber toplumun tüm ayarları, tüm düzeni farklı bir şekil aldı…
Toplum, “naylon bir oyuncak” ya da “plastik bir top” için birbirini ezen bir güruha dönüştü…
Türk toplumunun en büyük erdemlerinden olan,
“Bir elin verdiğini, diğer el görmeyecek” anlayışı,
Verenin de, alanın da her şeyi “ulu orta” yaptığı bir hale dönüştü…
“Ağlamayana meme vermezler” bu toplumun yeni anlayışı,
“İsteyenin bir yüzü kara” toplumun yaşam felsefesi oldu…
“Sümdük” sözcüğü,
“Arsız, açgözlü, utanmaz, asalak, başkasının yediğinden isteyen, gördüğünü isteyen” ve “orada burada gezen pis, kılıksız kimse” anlamlarında,
Antalya, Isparta, Burdur, Denizli, Manisa, Muğla, Aydın, İzmir, Kütahya, Bilecik, Balıkesir, Edirne, Bulgaristan (Şumnu), Afyon, Eskişehir, Bolu, Amasya,  Ankara, Konya, Çankırı, Çorum, Kayseri, Nevşehir, Niğde, Tokat, Adana, İçel, Urfa, Maraş ve Hatay gibi yurdun pek çok yöresinde bilinen ve kullanılan sözcük iken,
Sanki “sümdük” sözcüğünün unutulmasıyla,
Bazı erdemler de unutuldu…      

20 Şubat 2016 Cumartesi


"Dingonun ahırı"...
“Hoop bi dakka kardeşim, dingonun ahırı mı burası?”…
Bu sözü çok duymuş, belki de oldukça çok kullanmışızdır…
“Giren çıkanın belli olmadığı” anlarda yergi,
“İzin almadan girip çıkmak isteyenlere” karşı da bir uyarı gibidir aslında…
Günlük yaşamın tam da göbeğine yerleşmiş bir deyimdir “dingonun ahırı”…
Ama ya öyküsü?
İşte o unutulmuş, bilinirliği deyimin gerisinde kalmıştır.
Ancak deyimin öyküsüne geçmeden şu kısa bilgi gereklidir sanırım…
“Toplu Taşıma” ilk olarak İngiltere’de atlı arabalarla başlamış ama arabacılar toprak, çamur yollarda “kolay sürüş” için hep tekerlerin açtığı izleri takip etmişlerdir. Böyle olunca da arabalar da büyüse, çeken atlar da çoğalsa, ilk arabalarda kullanılan “karşılıklı iki teker arasındaki açıklık” değişmemiş, araba yapımında hep bu ölçü kullanılmıştır.
Araçlar raylara taşındığında ise bu ölçüler yine aynı kalmıştır. Aslında günümüzün tren tekerlerinin açıklığı bile ilk arabaların teker açıklığı ile aynıdır…  
Şimdi gelelim “Dingo’nun Ahırı”na…
İstanbul’da “toplu taşıma” için atlı tramvaylar, ilk olarak 1871 yılında hizmete girmiş…
Hatta şehrin yokuş bölgelerinde “tek katlı”, düz ve eğimsiz bölgelerinde ise “çift katlı” olarak hizmet vermiş atlı tramvaylar…
Tramvaylara çift at “koşulur”, ancak yokuş başına gelindiğinde yakındaki ahırlarda yedek bekletilen atlardan bir çift at daha tramvaya bağlanarak yokuş çıkılırmış…
Şişhane yokuşu, bu belalı yokuşlardan biri olduğundan, “Azapkapı” da bekletilen yedek atlar tramvaya bağlanırmış…
Tramvay bu şekilde Taksim’e kadar gelir, yorgun atlar çıkartılarak,
Taksim alanının batı bölgesinde, günümüzde Sular İdaresi ile Fransız Konsolosluğu arasındaki yerde bulunan “Dersaadet Şirketi”ne ait ahırda dinlendirilirmiş…
Ahırın kahyası ise “Dingo” adlı ihtiyar bir Rum vatandaşmış…
İçkiye oldukça düşkün olan Dingo ağa, sık sık ahırı terk edip, meyhaneye gider,
Sızana kadar içip, işinin başına ancak ertesi gün gelebilirmiş…
Bu nedenle tramvaya at tedarik etmekle görevli seyisler, ahıra diledikleri girip çıkar, yedeğe bırakılmış yorgun atları yemlenmeye bırakır, dinlenmiş olan atları ise yokuşu tırmanacak tramvaya bağlamak amacıyla ahırdan alırlarmış…
Gün içinde seyislerin at almak için sürekli girip çıktıkları, sorumlusu ahırda durmadığından kayıt tutmak ya da izin almak gerekliliği duymadıkları, girenin çıkanın belli olmadığı ya da her önüne gelenin girip çıkabildiği bir yer durumuna gelmesi nedeniyle ahırın “ünü” İstanbullular arasında yayılmış…
“Gireni çıkanı belli olmayan dingo ağanın ahırı benzeri” sözü,                                     Sonrasında “dingonun ahırı” deyimi olarak günümüze kadar gelmiş…

19 Şubat 2016 Cuma


"Duvak"...
Evlilik törenlerinin olmazsa olmazıdır “duvak”…
Kapatmakta bir tören gerektirir, açmakta…
Ama açmak, hiç de kolay değildir hani…
“Yüz görümlüğü” vermeden, gelini hediyelere boğmadan zor açılır biraz…
Eski Türklerden bu yana geleneklerle, göreneklerle ulaşmıştır günümüze…
1400 yılından önce yazılmış “Dede Korkut Kitabı”nda “vay al duvağum evesi” şeklinde geçen “duvak” , “gelinin yüz örtüsü, kırmızı tül” anlamında kullanılmıştır.
Kazaklarda “tumak”, Bulgarlarda “devak”, Özbeklerde “tuvok”, Kırgızlarda “tubak” olarak kullanılan duvak sözcüğü, “tuğ+ak” şeklinde türetilip öncelikle “küçük tuğ, küçük alem” anlamına gelmekte…
“Duvak” sözcüğü aslında “herhangi bir şeyin tıkacı” anlamında da kullanılmış,
“Açık olan bir yeri tıkamak” anlamında da…
Ama kapsadığı alan daha çok gelinin örtüsü olması…
Çünkü…
Duvağın sırrı, gelini “kötü ruhlardan, kem gözlerden” korumak amacıyla örtülen “al örtü, kırmızı tül örtü” olmasında gizli…
Gelinin saflığını korumak amacı taşır öncelikle…
Gelinin beline bağlanan “kırmızı bağ” da aynı anlamdadır ve saflığın ilanıdır aslında…
Aynı kökten gelen “tuğla” sözcüğü, “maddeyi maddeye karşı” kapatırken, “duvak” sözcüğü, “maddeyi maneviyata karşı” kapatmış…