“Püf
noktası”…
Killi
toprağa şekil veriliyor önce…
Sonra
topraktan yapılan bu gereç, ateşte pişirilerek sağlamlaştırılıyor.
Çömlekçiliğin
özü kısaca böyle açıklanabilir…
Topraktan
kap kacak, ilk olarak MÖ. 7 binli yıllarda Çatalhöyük’te yapılmış…
İnsanoğlunun
çömleği nasıl keşfettiği tam olarak bilinemese de bazı kaynaklarda bu keşif
şöyle anlatılıyor.
“Yağmurlu
ve rüzgarlı bir günde avcılar, avlarını pişirmek için ateş yakarlar. Ateşin
sönmemesi için de etrafını çamurla kapatırlar. Bir süre sonra, ateşin etkisiyle
çamurun kuruyup sertleştiğini görürler”…
Bu
öykü ne derece doğru bilmiyoruz.
Ama
bildiğimiz, diğer pek çok şey gibi çömleğinde tesadüfler sonucu keşfedildiği ve
göçebe kavimlerin yerleşik topluma geçmesiyle çömlekçiliğin gelişiminin
hızlandığıdır.
Çünkü
ilk yapılan çömlekler “sargı” ya da “dolama” yöntemi ile şekillendirilip açık
ateşte pişirilirken,
MÖ.3
bin yılında “çömlekçi çarkı”nın bulunmasıyla, şekillendirmeler artık çark
üzerinde yapılmış, ateş ise ilkelde olsa “fırın”lara taşınmış…
MS.
12.yy.da ise Ortadoğu’da, kil hamuruna “sır” denen maddeyi karıştırıp, saydam
ve yumuşak porselen yapımı denenmiş…
Selçuklu
döneminde daha da gelişen çömlekçilik,
Önemini
Osmanlı döneminde de korumuş…
“Püf
noktası” deyimi de işte o zamanlarda ortaya çıkmış…
Tüm
zanaatların bir tür “esnaf örgütlenmesi” olan “Ahilik” çatısı altında
birleştiği dönemde, kalfalar, ustalarından “icazet” ya da “onay” almadan
ayrılıp kendi dükkanlarını açamazlar. Ancak…
Günlerden
bir gün ve kalfalardan bir kalfa, kendini yetişmiş, zanaatı öğrenmiş olarak
düşünmüş olmalı ki ustasının karşısına çıkıp icazet istemiş.
Usta,
“Evladım sen daha pişmedin, işin püf noktasını daha öğrenmedin, biraz daha emek
vermen gerekiyor” dese de kalfa, “aman işi öğrenmeye ne var, çarka koy toprağı,
yap kabını kacağını. Üstüne de fırına attın mı oldu gitti işte” diye düşünmüş
olmalı ki ustanın itirazlarına kulak asmamış. Açmış kendi dükkanını…
Açmış
ama olmamış yaptığı hiçbir testi ya da kap kacak…
Ne
kadar titizlenirse titizlensin yaptığı her şey çatlıyor, yarılıyor,
deliniyormuş…
Bakmış
ki olacak gibi değil, kibrini bir köşeye koymuş, başını önüne eğerek ustasına
gitmiş. Anlatmış durumu…
Usta,
“evladım sana işin püf noktasını öğrenmedin diye çok söyledim ama sen püf
noktasını el emeği sandın, dinlemedin beni” deyip devam etmiş…
“Hadi
al çamuru da geç çarkın başına. Sana püf noktasını göstereyim”…
Kalfa
denileni yapmış, çarkı çevirip killi toprağa şekil vermeye başlamış…
Usta
ise arada sırada eğilip, killi toprağa “püff” diye üflüyormuş…
Kalfa,
ustaya tekrar sormuş…
“Ustam
şaka mı yapıyorsun yoksa gerçekten böyle bir şey var mı?”…
“Var”
demiş usta…
“Ben
arada sırada eğilerek, killi toprağın içinde hava kabarcığı kalmasın diye
üflüyorum. Yoksa o ufacık hava kabarcığı, kururken testiyi, kap kacağı kırar,
yarılmasına neden olur”…
Böylece
kalfa da anlamış ki “püf noktası” diye bir şey gerçekten var ve her zanaatın ya
da sanatın incelik gerektiren en hassas kısmına deniyor…
O
ufak ayrıntı gözle görülmese bile… Çünkü…
“Püf noktasını öğrenmeyen, ‘Tüh’ noktasını
çabuk beller”…