16 Nisan 2016 Cumartesi


“Püf noktası”…
Killi toprağa şekil veriliyor önce…
Sonra topraktan yapılan bu gereç, ateşte pişirilerek sağlamlaştırılıyor.
Çömlekçiliğin özü kısaca böyle açıklanabilir…
Topraktan kap kacak, ilk olarak MÖ. 7 binli yıllarda Çatalhöyük’te yapılmış…
İnsanoğlunun çömleği nasıl keşfettiği tam olarak bilinemese de bazı kaynaklarda bu keşif şöyle anlatılıyor.
“Yağmurlu ve rüzgarlı bir günde avcılar, avlarını pişirmek için ateş yakarlar. Ateşin sönmemesi için de etrafını çamurla kapatırlar. Bir süre sonra, ateşin etkisiyle çamurun kuruyup sertleştiğini görürler”…
Bu öykü ne derece doğru bilmiyoruz.
Ama bildiğimiz, diğer pek çok şey gibi çömleğinde tesadüfler sonucu keşfedildiği ve göçebe kavimlerin yerleşik topluma geçmesiyle çömlekçiliğin gelişiminin hızlandığıdır.
Çünkü ilk yapılan çömlekler “sargı” ya da “dolama” yöntemi ile şekillendirilip açık ateşte pişirilirken,
MÖ.3 bin yılında “çömlekçi çarkı”nın bulunmasıyla, şekillendirmeler artık çark üzerinde yapılmış, ateş ise ilkelde olsa “fırın”lara taşınmış…
MS. 12.yy.da ise Ortadoğu’da, kil hamuruna “sır” denen maddeyi karıştırıp, saydam ve yumuşak porselen yapımı denenmiş…
Selçuklu döneminde daha da gelişen çömlekçilik,
Önemini Osmanlı döneminde de korumuş…
“Püf noktası” deyimi de işte o zamanlarda ortaya çıkmış…
Tüm zanaatların bir tür “esnaf örgütlenmesi” olan “Ahilik” çatısı altında birleştiği dönemde, kalfalar, ustalarından “icazet” ya da “onay” almadan ayrılıp kendi dükkanlarını açamazlar. Ancak…
Günlerden bir gün ve kalfalardan bir kalfa, kendini yetişmiş, zanaatı öğrenmiş olarak düşünmüş olmalı ki ustasının karşısına çıkıp icazet istemiş.
Usta, “Evladım sen daha pişmedin, işin püf noktasını daha öğrenmedin, biraz daha emek vermen gerekiyor” dese de kalfa, “aman işi öğrenmeye ne var, çarka koy toprağı, yap kabını kacağını. Üstüne de fırına attın mı oldu gitti işte” diye düşünmüş olmalı ki ustanın itirazlarına kulak asmamış. Açmış kendi dükkanını…
Açmış ama olmamış yaptığı hiçbir testi ya da kap kacak…
Ne kadar titizlenirse titizlensin yaptığı her şey çatlıyor, yarılıyor, deliniyormuş…
Bakmış ki olacak gibi değil, kibrini bir köşeye koymuş, başını önüne eğerek ustasına gitmiş. Anlatmış durumu…
Usta, “evladım sana işin püf noktasını öğrenmedin diye çok söyledim ama sen püf noktasını el emeği sandın, dinlemedin beni” deyip devam etmiş…
“Hadi al çamuru da geç çarkın başına. Sana püf noktasını göstereyim”…
Kalfa denileni yapmış, çarkı çevirip killi toprağa şekil vermeye başlamış…
Usta ise arada sırada eğilip, killi toprağa “püff” diye üflüyormuş…
Kalfa, ustaya tekrar sormuş…
“Ustam şaka mı yapıyorsun yoksa gerçekten böyle bir şey var mı?”…
“Var” demiş usta…
“Ben arada sırada eğilerek, killi toprağın içinde hava kabarcığı kalmasın diye üflüyorum. Yoksa o ufacık hava kabarcığı, kururken testiyi, kap kacağı kırar, yarılmasına neden olur”…
Böylece kalfa da anlamış ki “püf noktası” diye bir şey gerçekten var ve her zanaatın ya da sanatın incelik gerektiren en hassas kısmına deniyor…
O ufak ayrıntı gözle görülmese bile… Çünkü…
“Püf noktasını öğrenmeyen, ‘Tüh’ noktasını çabuk beller”…