“Kavak
uzaya uzaya göğe değmez ya, elbet bir gün belinden kırılır”…
Eski
Türkler ağacı kutsal bilmiş, “tanrının yeryüzündeki sembolü” hatta “tanrının
nefesi” olarak görmüş ağacı…
Kayın,
sedir, ardıç gibi bazı ağaçlara kutsiyet,
Kavak,
elma gibi bazı ağaçlara ise farklı bir değer atfetmiş.
Dünyaya
“Hayat Ağacı”, yaşamın sürekliliğini ağaçta gördüğünden olsa gerek gençlere “fidan”
demiş.
İnançlarında
başköşeyi ağaca vermiş, nedenleri değişse de günümüzde hala yaşayan gelenekler
kurmuş üstüne… Misal…
Anadolu’nun
bazı yörelerinde, bir çocuk dünyaya geldiğinde ağaç dikilir, özellikle de kavak
ağacı. Dikilen kavak fidanı, dünyaya gelen bebekle ya da diğer fidanla beraber
büyür. Ta ki çocuk büyüyüp evlilik çağına gelene kadar... Evlilik zamanı
geldiğinde, kavak ağaçları kesilir ve gencin yeni yaşamını sağlasın diye
satılır…
Dünyayı
“Hayat Ağacı” ile simgelemiş, öyle bilmiş, öyle anlatmış. Anlatmış ki…
“Yer
ile gök, bir ağaç ile birleşir” ki bu“Hayat Ağacı”dır…
Hayat
ağacı, göğün direğidir. Dünyanın dengesini kurar, gök denen damı tutar. Bir ucu
yeraltında, diğer ucu kutup yıldızındadır.
Göğe
yükselme, tanrılara ulaşma, öbür dünyaya geçme bu ağaçla olur hep. O ağaç
sonsuzluğa giden yoldur.
Ama
göğe yalnızca “ağaç” direk olur, insan değil…
Anadolu’da
bazı yörelerde ayakta dikilenlere hala, “otur göğün direği var” ya da “göğe
direk mi olacaksın” denmesi hep bundandır.
Çok
uzun boylu kişilere “sırık” denmesinin hatta “antipatik” bulunmasının bir
nedeni de eskiden gelen bu inanıştır. “Dengeyi sağlayan bir mekanizma yani
hayat ağacı” varken, “şirk koşmak” gibidir çünkü uzun boylu olmak…
İnançları,
gelenekleri kadar misal, mesel, kıssa, deyim ve atasözlerinde de yer vermiş
ağaca ve özellikle de kavak ağacına…
Onunla
anlatmış derdini, onunla yapmış eleştirisini. Misal, öykü bu ya…
Bir
kavak ağacının yanında, topraktan bir kabak bitkisi çıkmış. Kabak, zamanla
kavak ağacına sarılarak, büyümeye ve uzamaya başlamış. Bir süre sonra kavak ile
aynı boya gelince sormuş; “Kavak, sen bu hale kaç ayda geldin?”
“On
yılda” demiş kavak…
“On
yıl mı?” demiş kabak, “bak ben iki ayda seninle aynı boya geldim”…
Aradan
zaman geçmiş, sonbahar geldiğinde kabak üşümeye, yapraklarını dökmeye, gücünü
kaybetmeye başlamış. Korkuyla kavak ağacına sormuş;
“Bana
ne oluyor böyle?”.. “Ölüyorsun” demiş kavak…
“Benim
on yılda geldiğim yere, iki ayda gelebildiğin için ölüyorsun”…
Yani
hem göğe doğru yükseleni,
Hem
de çabuk yükseleni sevmemiş aslında aklı başında olan bazı eskiler…
Ve
böyle yapanlara yergi olarak şöyle demişler…
“Kavak uzaya uzaya göğe
değmez ya, elbet bir gün belinden kırılır”…