“Meramı
kalaycılık değil göt çalkalamak”…
İnsanoğlunun
kullandığı ilk metal “bakır” olmuş. MÖ. 4 bin yıllarına kadar gidiyor insanın
bakırla içli dışlı olması. İşlenmesi kolay bu metalle, süs eşyaları yapılmış,
gündelik yaşamı kolaylaştırıcı araç gereçler yapılmış, kap kacak yapılmış…
Ama
“bakır çalmış” insanoğlunu, zehirlenmiş insanoğlu…
Çünkü
bakırın sürekli kullanılması ve özellikle ısıya maruz kalması ile insan için
tehlikeli olan zehirleyici etkileri ortaya çıkmış.
Ne
yapacağını düşünürken “ak kurşun” da denen, parlak kül renginde, gümüşe
benzeyen bir madeni yani “kalay”ı keşfetmiş.
Havada
kolay kolay oksitlenmeyen ve paslanma gibi etkilere karşı dirençli olan kalayla
kapladığında, bakır zehirlenmelerin önüne geçeceğini keşfetmiş…
Böylece
MÖ. 3 bin yıllarından bu yana da bakır ile kalay ayrılmaz ikili olmuş…
Kendi
sağlığı için yılda en az bir kez buluşturmuş onları insanoğlu…
Ama
kalayla kaplama işlemini herkes beceremediğinden, bu işi iyi yapanlara “usta”
denmiş, “zanaatkar” denmiş, hadi olmadı “kalaycı” denmiş…
“Kalaylama”
işlemini şöyle yapmış “kalaycılar”…
Kalayla
kaplanacak bakır eşyayı, öncelikle “tavlanmışlar” yani ocakta ısıtmışlar ki
pisliklerinden arınsın. Hemen arkasından da “kezzap” ile temizlemişler…
Ama
yine de temizlik işlemi bitmemiş.
Çünkü
iyi bir kalay için bakır tas, yedi sekiz kez usta elinde işlem görmüş…
Bu
kez hem kirleri temizlemek hem de kalayın tutunacağı küçük gözenekler
oluşturmak için bakır tası, kumla ya da “kömür boku” denilen kok kömürü külü
ile ovalamışlar. İşte bunu yaparken de eğer bakır tas büyükse ayaklarının
gücünü kullanmak için içine girip, bir sağa bir sola küçük dönüşler yapmışlar…
Sanki
dans eder gibi dönüp durmuşlar…
Ardından
da bakır tası yıkayıp güneş altında kurutmuşlar…
İçinde
kok kömür yanan ve körükle ateşi harladıkları ocaklarını yakıp, bakır tası
tekrar ısıtmışlar. Kalay 232 derecede eridiğinden, bu ısıya erişilip
erişilmediğini kontrol etmek içinde, ısınan kaba “nişadır” serpmişler…
Nişadır
duman çıkarmışsa anlamışlar ki bakır, kalaya hazır…
Sonra
da ya çubuk kalayı bakıra sürmüşler ya da toz kalayı nişadır yardımıyla bakıra
serpmişler. En son olarak da ellerine aldıkları bir bezle, kalayı bakırın içine
iyice sıvayıp, parlatmak için başlamışlar ovmaya yani “sıvazlamaya”…
Bu
işlemi de birkaç kez yapmışlar ki “kalaylama” iyi olsun…
Bunları
yaparken de gerek ayakları üzerinde sağa sola dönmüşler, gerekse dizleri
üzerinde salınmışlar...
Ama
kalaylama işlemi sırasında kalaycıların yaptığı bu hareketler halk arasında,
belki eğlenceli bulunarak, belki eğlendiklerini düşünülerek, belki dansa
benzetilerek, belki de en “düz” anlamı ile isimlendirilmiş. Ve…
“İşten
kaçan, iş yapmak istemeyen, yapsa da üstünkörü yapan ya da iş yapar görünerek
eğlenen” hatta “sahtekar” kişilere,
kalaycıların zorunlu hareketlerinden esinlenerek bu sözü, bu deyimi
söylenmiş…
“Senin
meramın kalay yapmak değil, göt çalkalamak”…