8 Nisan 2016 Cuma


“Afyonu patlamamak”…
Olgunlaşmamış haşhaş kapsülünün çizilmesi sonucu sızan özsu, pıhtılaşıp kuruduğunda elde edilen bu uyuşturucuya “afyon” veya “afyon sakızı” denir.
Tarihte ilk kez MÖ 3400 yıllarında Dicle-Fırat havzasında Sümerler tarafından yetiştirilmiş. Sümerlerden Mısırlılara, onlardan Araplara, Araplardan da Avrupa’ya yayılmış haşhaş ve afyon. Sümerler “hul” ve “gil” yani “keyif bitkisi”, Yunanlar “opion” yani “sütlü bitki” demişler.  Afyon sözcüğü ise dilimize Farsçadan geçmiş…
Afyon,  ilk ilaçlardan biri olarak üretilmiş. Çünkü üstüne yemin edilen Hipokrat bile “afyonun ilaç olarak kullanılmasını” tavsiye etmiş. 19.yy. başında afyon, en yaygın sakinleştirici ve ağrı kesici olmuş, bugün “Aspirin” ne ise o olmuş kısaca. Evlerin ecza dolaplarında mutlaka bulundurulmuş, reçetesiz satılmış, histerik ve sinirli kişilere, yolculuk öncesi heyecana, migrene karşı hep afyon kullanılmış. Hatta çocukların kolayca uykuya dalması için şuruplara bile katılmış.
1804 yılında Alman eczacı “Sertümer” tarafından “morfin”in bulunmasıyla, hele de savaşlar döneminin başlamasıyla önemi daha da artmış…
Osmanlıda ise afyona “tiryak” denmiş, kullanana da  “tiryaki”…
Afyon kullanmaya, mercimekten daha küçük miktarlarda başlayıp, yavaş yavaş fındık büyüklüğüne kadar yükseltmiş tiryakiler. Hatta bazen kesmemiş birkaç misline çıkarmış, o da yetmemiş içine “ak sülümen” katmışlar.
Afyon ticareti yapanlara “macuncu” denmiş. Macuncular ise özellikle saraya veya devlet büyüklerine bağlı olarak iş yapmışlar... Bu ilişki ne kadar etkili bilinmez ama Osmanlı afyon tüketimine hoşgörülü yaklaşmış…
Bu hoşgörü ve getirdiği düşkünlük, zamanla Süleymaniye Camii karşısında ve medreselerin altında 35 dükkandan oluşmuş  “Tiryaki Çarşısı”nı ortaya çıkarmış.
15 kişilik bu kahveler, kimisi ihtiyarlamış eski esnaf, çoğu da yüksek devlet görevlisi eskisi olan bu tiryakilerle her gün ağzına kadar dolmuş. Hatta evlerine giderken bile yolda durur, hiç üşenmez zembillerine koydukları ufak tahta parçaları, kuru yaprak ve çırayla ateş yakar, zembillerinden cezve ve fincan çıkarıp kahve pişirir, zembilin üstüne oturur ve kahve ile afyon yutarak keyif yaparlarmış…
Afyon tiryakiliği, Fatih’in oğlu, Yavuz’un babası II.Beyazıt’ta olduğu gibi padişahlara kadar sıçramış. 1546 yılında Anadolu’da haşhaş tarlalarını gezen Pierre Belo, “afyon alabilmek için son kuruşunu vermeyecek hiçbir Türk bulamazsınız” diye yazmıştır.
 Ama özellikle IV.Murat’ın ölümünden sonra tüm ülkeye ve padişahlarda dahil her sınıfa yayılmış. 1790’lı yıllarda İsveç Kralı’nın elçisi olarak İstanbul’a gelen M.D.Ohsson’un verdiği bilgiler oldukça ilginç. Şöyle yazmış elçi…
“Halkın kullandığı alelade macun, afyon, haşhaş, sarısabır ve çeşitli baharatlarla hazırlanırken, varlıklı kimseler için olan macuna gri amber, misk ve başka kokulu maddeler, esanslar, padişah ve ileri gelenler için hazırlanan “cevahir macunu”na ise pudra halinde inci, mercan, yakut ve zümrüt katılıyor”…
Tekrar deyimimize dönersek…
Ramazan ayı geldiğinde, tiryakiler afyonsuz duramayacaklarından ama oruç tutmak zorunda da olduklarından, bir yol bulmuşlar kendilerine…
Afyonu macun haline getirip, ya ilk-üç kat kağıda sarmışlar ya da kalın kabuklu “razakı” üzümlerin içine doldurmuşlar. Sahur vakti niyetlenmeden önce de ikişer, üçer yutmuşlar bu “kapsülleri”…
Kağıt ya da üzüm mide asidi ile eridiğinde de afyon açığa çıkıp karışırmış bedene…
İki kat kağıda sardıkları ya da üzüme koydukları önce, üç kat kağıda sardıkları afyon daha sonra patlarmış ve keyif daim olurmuş.
Ama bir aksilik olurda kapsül patlamazsa, son derece sinirli ve çekilmez olduklarından da tanıyıp bilenler sorarlarmış hemen…
“N’oldu afyonun patlamadı heralım?”…
İşte bu söz, “anlama ve algılaması gecikenlere, ayılamayanlara” sorulan bir deyim olarak günümüze kadar gelmiş…