“Afyonu
patlamamak”…
Olgunlaşmamış
haşhaş kapsülünün çizilmesi sonucu sızan özsu, pıhtılaşıp kuruduğunda elde
edilen bu uyuşturucuya “afyon” veya “afyon sakızı” denir.
Tarihte
ilk kez MÖ 3400 yıllarında Dicle-Fırat havzasında Sümerler tarafından
yetiştirilmiş. Sümerlerden Mısırlılara, onlardan Araplara, Araplardan da
Avrupa’ya yayılmış haşhaş ve afyon. Sümerler “hul” ve “gil” yani “keyif
bitkisi”, Yunanlar “opion” yani “sütlü bitki” demişler. Afyon sözcüğü ise dilimize Farsçadan geçmiş…
Afyon,
ilk ilaçlardan biri olarak üretilmiş.
Çünkü üstüne yemin edilen Hipokrat bile “afyonun ilaç olarak kullanılmasını”
tavsiye etmiş. 19.yy. başında afyon, en yaygın sakinleştirici ve ağrı kesici
olmuş, bugün “Aspirin” ne ise o olmuş kısaca. Evlerin ecza dolaplarında mutlaka
bulundurulmuş, reçetesiz satılmış, histerik ve sinirli kişilere, yolculuk
öncesi heyecana, migrene karşı hep afyon kullanılmış. Hatta çocukların kolayca
uykuya dalması için şuruplara bile katılmış.
1804
yılında Alman eczacı “Sertümer” tarafından “morfin”in bulunmasıyla, hele de
savaşlar döneminin başlamasıyla önemi daha da artmış…
Osmanlıda
ise afyona “tiryak” denmiş, kullanana da
“tiryaki”…
Afyon
kullanmaya, mercimekten daha küçük miktarlarda başlayıp, yavaş yavaş fındık
büyüklüğüne kadar yükseltmiş tiryakiler. Hatta bazen kesmemiş birkaç misline
çıkarmış, o da yetmemiş içine “ak sülümen” katmışlar.
Afyon
ticareti yapanlara “macuncu” denmiş. Macuncular ise özellikle saraya veya devlet
büyüklerine bağlı olarak iş yapmışlar... Bu ilişki ne kadar etkili bilinmez ama
Osmanlı afyon tüketimine hoşgörülü yaklaşmış…
Bu
hoşgörü ve getirdiği düşkünlük, zamanla Süleymaniye Camii karşısında ve
medreselerin altında 35 dükkandan oluşmuş
“Tiryaki Çarşısı”nı ortaya çıkarmış.
15
kişilik bu kahveler, kimisi ihtiyarlamış eski esnaf, çoğu da yüksek devlet
görevlisi eskisi olan bu tiryakilerle her gün ağzına kadar dolmuş. Hatta
evlerine giderken bile yolda durur, hiç üşenmez zembillerine koydukları ufak
tahta parçaları, kuru yaprak ve çırayla ateş yakar, zembillerinden cezve ve
fincan çıkarıp kahve pişirir, zembilin üstüne oturur ve kahve ile afyon yutarak
keyif yaparlarmış…
Afyon
tiryakiliği, Fatih’in oğlu, Yavuz’un babası II.Beyazıt’ta olduğu gibi
padişahlara kadar sıçramış. 1546 yılında Anadolu’da haşhaş tarlalarını gezen
Pierre Belo, “afyon alabilmek için son kuruşunu vermeyecek hiçbir Türk
bulamazsınız” diye yazmıştır.
Ama özellikle IV.Murat’ın ölümünden sonra tüm
ülkeye ve padişahlarda dahil her sınıfa yayılmış. 1790’lı yıllarda İsveç
Kralı’nın elçisi olarak İstanbul’a gelen M.D.Ohsson’un verdiği bilgiler oldukça
ilginç. Şöyle yazmış elçi…
“Halkın
kullandığı alelade macun, afyon, haşhaş, sarısabır ve çeşitli baharatlarla
hazırlanırken, varlıklı kimseler için olan macuna gri amber, misk ve başka
kokulu maddeler, esanslar, padişah ve ileri gelenler için hazırlanan “cevahir
macunu”na ise pudra halinde inci, mercan, yakut ve zümrüt katılıyor”…
Tekrar
deyimimize dönersek…
Ramazan
ayı geldiğinde, tiryakiler afyonsuz duramayacaklarından ama oruç tutmak zorunda
da olduklarından, bir yol bulmuşlar kendilerine…
Afyonu
macun haline getirip, ya ilk-üç kat kağıda sarmışlar ya da kalın kabuklu
“razakı” üzümlerin içine doldurmuşlar. Sahur vakti niyetlenmeden önce de
ikişer, üçer yutmuşlar bu “kapsülleri”…
Kağıt
ya da üzüm mide asidi ile eridiğinde de afyon açığa çıkıp karışırmış bedene…
İki
kat kağıda sardıkları ya da üzüme koydukları önce, üç kat kağıda sardıkları afyon
daha sonra patlarmış ve keyif daim olurmuş.
Ama
bir aksilik olurda kapsül patlamazsa, son derece sinirli ve çekilmez
olduklarından da tanıyıp bilenler sorarlarmış hemen…
“N’oldu
afyonun patlamadı heralım?”…
İşte
bu söz, “anlama ve algılaması gecikenlere, ayılamayanlara” sorulan bir deyim
olarak günümüze kadar gelmiş…