21 Nisan 2016 Perşembe


“Aslından/anadan sıska, ne yapsın muska”…
Einstein, “%1 zeka, %99 çalışmaktır” der…
Bunu sanata ya da yeteneğe uyarlarsak, sonuç yine aynıdır.
Yani “%1 yetenek, %99 çalışmak”…
“Çalışmak” elbette her şeyin olmazsa olmazı…
Çalışmadan, çaba göstermeden, emek vermeden, üstüne gitmeden, kendini daha da geliştirmeden ya da geliştirmeye çalışmadan hiçbir şey olmuyor. Ama…
Yine de o formüldeki“%1” çok önemli…
O olmazsa, çabalasan da zor. Belki imkansız değil ama çok ama çok zor…
Çünkü o % 1 yani yetenek olmazsa, verilen emek karşılığı ortaya çıkan sonuç, sadece teknisyenliktir. Yaratımdan uzak, sadece gördüğünü veya öğrendiğini uygulamaya çalışan bir teknisyenlik…
Oysa sanat, bir yaratım, bir yaratım sürecidir…
Yetenek en azından, “bir şeyi öğrenebilme, belli bir becerinin veya bilginin öğretiminden yararlanabilme gücü” olarak tanımlanabilir.
Pek çok insan, değişik pek çok şeyi öğrenebilme ve yapabilme gücüne sahip olarak gelir dünyaya… Ama değişik seviyelerde…
Ki buna da “gizilgüç” ya da “kapasite” denir.
Ancak biraz daha ayrıntıya girersek uzmanlar, yeteneğin, “yetenek sayılabilmesi” için çeşitli ölçütler olduğunu söylüyor… Misal…
Psikolog Robert Sternberg, “beşgen kuram” dan söz ediyor. Diyor ki…
“Yeteneğin, ‘enderlik, olağanüstülük, kanıt, üretkenlik’ ve ‘değer’ ölçütlerini aşması gereklidir. ‘Enderlik, olağanüstülük, kanıt ve üretkenlik’ ölçütleri, yeteneğin akranlara göre zor bulunan olması, ileri olması, üretkenliğini kanıtlaması ve akranlara göre daha fazla üretmesi anlamına gelir. ‘Değer’ ölçütünü ise o yeteneğe, toplumun verdiği önem ve değerdir”…
Diğer bir deyişle, yeteneğin hiyerarşisini belirleyen toplumsal değerlerdir.
Çünkü toplum, bazı yeteneklere olağanüstü değer verirken, bazı sıra dışı yeteneklere aynı değeri ve ilgiyi göstermez nedense…
Anadolu Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden Prof.Dr. Uğur Sak,
“Toplumlar, fiziksel devamlılıkları ve ihtiyaçları için gerekli olan bilimsel ve akademik yeteneklere, kültürel ve eğlence amaçlı yeteneklerden daha fazla değer verirler” der.
Ama…
Dünya bilim çevrelerinde tanınan bunca bilim adamımız, öğretim üyeleri ya da düşün adamımız varken,
Yalnızca eğlenme ihtiyacımızı karşılayan ünlüleri tanıyan ve değer veren toplumumuz için, Prof. Sak’ın yorumu pek geçerli olmasa gerek…
Neyse…
Şöyle demiş büyük usta Tuncel Kurtiz…
“Ustalığı kabul etmiyorum. Ustalık zanaatta olur ama sanatta olmaz. Sanatçı bildiğini tekrar eden değil, kendini yeni baştan yaratan ve daima arayandır. Ben talebe olmayı tercih ederim”…

19 Nisan 2016 Salı


“Meşkef”…
“Eski Roma’da hayvanların kurban edildiği “Sapo” Dağı’nda biriken hayvan kül ve yağları, yağmurla Tiber Nehri’ne karışır. Bu karışım, su ve killi çamur ile birleşince köpüklü bir yapıya dönüşür ki bu sabunun ilk doğal şeklidir. Böylece de adını Sapo” dağından alan “sabun” ortaya çıkar”…
Efsaneler böyle anlatsa da…
İlk sabun MÖ.3 bin yıllarında kullanılmaya başlanmış…
MÖ.2500 yıllarına ait Sümer Yazıtlarında, “su içine katılan odun külünün kaynatıldığı ve içine yağ karıştırılarak yavaş yavaş eritildiği” şeklinde sabun tariflerine rastlanmıştır. Ancak bu maddenin sabun olarak tanımlanması MÖ.1000 yıllarında Romalılar tarafından olmuş.
Sabunun bulunmasının Romalılara atfedilmesinin nedeni, Romalılarla başlayan banyo kültürü ve MÖ.312 yılında ilk hamamı inşa etmeleri belki de…
Ancak eski uygarlıklar temizliğe ve özellikle sabuna ayrı bir değer verse de…
“Hijyen” sözcüğü, “sağlık ve temizlik tanrısı Hygieia”dan geldiğinden midir bilmem ama erken dönem kiliseleri, vücut temizliğini “paganizm, lüks ve Romalıların hayvansı hisleriyle” bir tutup, soyunma ve hamam kavramını din dışı kabul etmiş…
Misal… Aziz Francis, “yıkanmamış vücut dindarlığın işaretidir” buyurmuş…
Misal… Ortaçağ’da Avrupa’da rahibelerin yüz ve elleri dışında kalan yerlerini yıkamaları “edepsiz ve uygunsuz” bulunduğundan yasaklanmış…
Misal… İber Yarımadası’nda kurulmuş Kastilya’nın 1490’lardaki kraliçesi “İsabella” ve aynı dönemde yaşayan Fransa Kralı 14.Louis, yaşamları boyunca yalnızca iki kez yıkanmakla övünmüşler…
Misal… 1500 yıllarında İngiltere’de yılda bir kez, Mayıs ayında yıkanıldığından, “fazla kokmadan aradan çıkaralım” deyip, çoğunlukla Haziran’da evlenmişler…
“Yıkanma” denilen şeyse, sıcak su doldurulmuş fıçı içine, önce baba, sonra sırasıyla oğullar, kadınlar, çocuklar ve bebeklerin girip çıkmasından ibaret bir şey…
Sabun ise yüzde yüz vergiye tabi tutulmuş…
Ayrıca, “gelinlerin ellerinde çiçek tutma geleneğinin”, vücut kokularını bastırmak için koca koca çiçek demeti taşımalarından geldiği söylenir…
Misal… “Cinsel ilişkiyi çağrıştırdığından” Amerika’da Virginia ve Pennsylvania’da ayda birden fazla yıkananlar hapse atılmış…
Misal… Tabak yıkama alışkanlığı olmadığından ve hatta çok çok bayatlamış ekmekleri oyup tabak olarak kullanmaları nedeniyle her şey kurtlanmış…
Misal… Bazı 16.yy. uzmanları, “sıcak suyun ahlakı bozucu duyguları canlandırdığını” öne sürmüşler…
Misal… Napoleon Bonaparte, çıktığı bir seferin sonuna yaklaştığında karısı Josephine’e şu mesajı göndermiş; “Üç hafta içinde geliyorum, sakın yıkanma”…
Misal… Avrupa’da lazımlıkları sokaklara boşaltma alışkanlığı 17.yy.a kadar sürmüş.
1600’lerde İstanbul’a gelen İngiliz büyükelçiler, lazımlık kullanma ve bunu pencereden boşaltma alışkanlıkları yüzünden, şehirden uzak olan Tarabya’da bulunan konağa gönderilirmiş. 19.yy.a gelindiğinde ve tuvaleti kullanma sözünü kesin olarak verdiklerinde Taksim’ taşınabilmişler ancak…
Yani “cinsellik, edepsizlik, ayıp, günah” gibi nedenlerle,
Avrupa bin yılı yıkanmadan geçirmiş… Her yeri “katmerleşmiş, kat kat olmuş, kalınlaşmış, yerleşmiş pislik, kir, pasak” sarmış…
Yani  “meşkef” bağlamış koskoca kıta…

16 Nisan 2016 Cumartesi


“Püf noktası”…
Killi toprağa şekil veriliyor önce…
Sonra topraktan yapılan bu gereç, ateşte pişirilerek sağlamlaştırılıyor.
Çömlekçiliğin özü kısaca böyle açıklanabilir…
Topraktan kap kacak, ilk olarak MÖ. 7 binli yıllarda Çatalhöyük’te yapılmış…
İnsanoğlunun çömleği nasıl keşfettiği tam olarak bilinemese de bazı kaynaklarda bu keşif şöyle anlatılıyor.
“Yağmurlu ve rüzgarlı bir günde avcılar, avlarını pişirmek için ateş yakarlar. Ateşin sönmemesi için de etrafını çamurla kapatırlar. Bir süre sonra, ateşin etkisiyle çamurun kuruyup sertleştiğini görürler”…
Bu öykü ne derece doğru bilmiyoruz.
Ama bildiğimiz, diğer pek çok şey gibi çömleğinde tesadüfler sonucu keşfedildiği ve göçebe kavimlerin yerleşik topluma geçmesiyle çömlekçiliğin gelişiminin hızlandığıdır.
Çünkü ilk yapılan çömlekler “sargı” ya da “dolama” yöntemi ile şekillendirilip açık ateşte pişirilirken,
MÖ.3 bin yılında “çömlekçi çarkı”nın bulunmasıyla, şekillendirmeler artık çark üzerinde yapılmış, ateş ise ilkelde olsa “fırın”lara taşınmış…
MS. 12.yy.da ise Ortadoğu’da, kil hamuruna “sır” denen maddeyi karıştırıp, saydam ve yumuşak porselen yapımı denenmiş…
Selçuklu döneminde daha da gelişen çömlekçilik,
Önemini Osmanlı döneminde de korumuş…
“Püf noktası” deyimi de işte o zamanlarda ortaya çıkmış…
Tüm zanaatların bir tür “esnaf örgütlenmesi” olan “Ahilik” çatısı altında birleştiği dönemde, kalfalar, ustalarından “icazet” ya da “onay” almadan ayrılıp kendi dükkanlarını açamazlar. Ancak…
Günlerden bir gün ve kalfalardan bir kalfa, kendini yetişmiş, zanaatı öğrenmiş olarak düşünmüş olmalı ki ustasının karşısına çıkıp icazet istemiş.
Usta, “Evladım sen daha pişmedin, işin püf noktasını daha öğrenmedin, biraz daha emek vermen gerekiyor” dese de kalfa, “aman işi öğrenmeye ne var, çarka koy toprağı, yap kabını kacağını. Üstüne de fırına attın mı oldu gitti işte” diye düşünmüş olmalı ki ustanın itirazlarına kulak asmamış. Açmış kendi dükkanını…
Açmış ama olmamış yaptığı hiçbir testi ya da kap kacak…
Ne kadar titizlenirse titizlensin yaptığı her şey çatlıyor, yarılıyor, deliniyormuş…
Bakmış ki olacak gibi değil, kibrini bir köşeye koymuş, başını önüne eğerek ustasına gitmiş. Anlatmış durumu…
Usta, “evladım sana işin püf noktasını öğrenmedin diye çok söyledim ama sen püf noktasını el emeği sandın, dinlemedin beni” deyip devam etmiş…
“Hadi al çamuru da geç çarkın başına. Sana püf noktasını göstereyim”…
Kalfa denileni yapmış, çarkı çevirip killi toprağa şekil vermeye başlamış…
Usta ise arada sırada eğilip, killi toprağa “püff” diye üflüyormuş…
Kalfa, ustaya tekrar sormuş…
“Ustam şaka mı yapıyorsun yoksa gerçekten böyle bir şey var mı?”…
“Var” demiş usta…
“Ben arada sırada eğilerek, killi toprağın içinde hava kabarcığı kalmasın diye üflüyorum. Yoksa o ufacık hava kabarcığı, kururken testiyi, kap kacağı kırar, yarılmasına neden olur”…
Böylece kalfa da anlamış ki “püf noktası” diye bir şey gerçekten var ve her zanaatın ya da sanatın incelik gerektiren en hassas kısmına deniyor…
O ufak ayrıntı gözle görülmese bile… Çünkü…
“Püf noktasını öğrenmeyen, ‘Tüh’ noktasını çabuk beller”…

15 Nisan 2016 Cuma


“Linç”…
Çoğu kaynak, insanlık tarihinde yazılı hukukun, MÖ.1760 yılında “Hammurabi Yasaları” ile başladığını söyler.  Bazı kaynaklarsa bunun ilk yasa değil, “ilk reformsal ilerleme yasaları” olduğunu söyler.
Ancak her iki durumda da tarihin günümüze ulaşan bu en eski yasaları, Mezopotamya’da kurulan “Babil” uygarlığının hukuk sistemini oluşturmuş…
Bu yasaları ise Roma hukuku ve değişik uygarlıkların hukuk sistemleri takip etmiş. Böylece de toplumsal yaşam düzenlenmiş, toplum yaşamı yasalarla güvence altına alınmış, yasakların çiğnenmesi durumunda yaptırımlar uygulanmış…
Ama bütün hukuk sistemlerinde “adaletin sağlanması” esas olmasına ve hakkın yetkili makama başvurmaksızın doğrudan kendi elleriyle alınması suç sayılmasına karşın, bazı yönetimsel ya da yasal boşluklar nedeniyle birileri, “cezayı kendileri kesmek istemiş”. Ve…
Daha adı konmasa da “linç” denen olgu çıkmış ortaya…
Uygarlıklar geliştikçe nedenleri değişse de değişik siyasi veya ekonomik çıkarlar, gelenek görenek, hatta dogmatik önyargılar bu istemde etkili olmuş.
“Birden çok kimsenin ya da kalabalıkların, kendilerine göre suç olan bir davranıştan dolayı birini, yasa dışı ve yargılamasız olarak, taş, sopa gibi araçlarla veya yumruklarla döverek öldürmesi” şeklinde açıklanan “linç” sözcüğü, dilimize İngilizce “yargısız infaz” anlamına gelen “lynch” sözcüğünden geçmiş…
Geçmiş ama İngilizce bu sözcük, aslında bir “soyadı”… Çünkü…
Yıl 1780... Amerika’nın Virginia eyaletinde bir adam…
Oldukça zengin bir toprak sahibi olan İrlanda göçmeni “Charles Lynch”, Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında milis albayı olarak görev yapar...
Daha sonra Virginia Senatosu’nda da görev yapan Lynch, savaş sırasında yanındaki bazı subaylarla birlikte yasadışı sayılan bir halk mahkemesi kurar…
Aslında “halk jürisi” demenin daha doğru olacağı bu “heyetin” önüne, canını sıkan kim varsa çıkarır. “İngiliz yanlısı” der çıkarır, “zenci” der çıkarır, “Kızılderili” der çıkarır…
“Halk Mahkemesi” ise kararı anında verir…
“Suçlu” önce dövülecek, ardından organları kesilecek, sonra dağlanacak, arkasından direğe bağlanıp yakılacak ama sonunda, “suçludan geriye ne kalmışsa” artık mutlaka asılacaktır. Ayrıca bu ceza verme uygulamasına tüm halk katılacaktır.
Hatta yerel gazetelere ilanlar bile verilir, “tüm halkımız davetlidir” diyerek…
Hatta ve hatta, ertesi gün “şu kadar bin kişi katıldı, suçludan herkes bir parça kopardı, suçlunun asıldığı ip küçük parçalara ayrılıp hatıra eşya olarak satıldı” diye haberler yapar gazeteler…
Sonra bu cezalandırma şekli normalleşir ve “Lynch Yasaları” adını alır.
Ardından da 1782 yılında Virginia Genel Meclisi kararı ile bu “keyfi cezalandırma yöntemi” yasal ilan edilir.
“Lynch Yasaları” ve bundan türetilen “linç etmek” anlamındaki “yargısız infaz” sözcüğü 1850 yılında sözlüklere girer…
Belirtmekte yarar vardır ki…
Bazı kaynaklarda “linç” sözcüğünün ortaya çıkışına neden olan bu olaylar, “William Lynch” adlı bir askere atfedilir. Hatta Yüzbaşı William Lynch 1811 yılında, “linç etmek” fiilinin hak sahibinin kendisi olduğunu iddia da etmiştir. Ancak…
1780 yılında verilmiş mahkeme kararlarında Lynch yasalarından söz edilmesi ve bu yasaların1782 yılı Virginia Genel Meclisi tarafından yasal sayılması nedeniyle pek dikkate alınmamıştır…

14 Nisan 2016 Perşembe


“Meramı kalaycılık değil göt çalkalamak”…
İnsanoğlunun kullandığı ilk metal “bakır” olmuş. MÖ. 4 bin yıllarına kadar gidiyor insanın bakırla içli dışlı olması. İşlenmesi kolay bu metalle, süs eşyaları yapılmış, gündelik yaşamı kolaylaştırıcı araç gereçler yapılmış, kap kacak yapılmış…
Ama “bakır çalmış” insanoğlunu, zehirlenmiş insanoğlu…
Çünkü bakırın sürekli kullanılması ve özellikle ısıya maruz kalması ile insan için tehlikeli olan zehirleyici etkileri ortaya çıkmış.
Ne yapacağını düşünürken “ak kurşun” da denen, parlak kül renginde, gümüşe benzeyen bir madeni yani “kalay”ı keşfetmiş.
Havada kolay kolay oksitlenmeyen ve paslanma gibi etkilere karşı dirençli olan kalayla kapladığında, bakır zehirlenmelerin önüne geçeceğini keşfetmiş…
Böylece MÖ. 3 bin yıllarından bu yana da bakır ile kalay ayrılmaz ikili olmuş…
Kendi sağlığı için yılda en az bir kez buluşturmuş onları insanoğlu…
Ama kalayla kaplama işlemini herkes beceremediğinden, bu işi iyi yapanlara “usta” denmiş, “zanaatkar” denmiş, hadi olmadı “kalaycı” denmiş…
“Kalaylama” işlemini şöyle yapmış “kalaycılar”…
Kalayla kaplanacak bakır eşyayı, öncelikle “tavlanmışlar” yani ocakta ısıtmışlar ki pisliklerinden arınsın. Hemen arkasından da “kezzap” ile temizlemişler…
Ama yine de temizlik işlemi bitmemiş.
Çünkü iyi bir kalay için bakır tas, yedi sekiz kez usta elinde işlem görmüş…
Bu kez hem kirleri temizlemek hem de kalayın tutunacağı küçük gözenekler oluşturmak için bakır tası, kumla ya da “kömür boku” denilen kok kömürü külü ile ovalamışlar. İşte bunu yaparken de eğer bakır tas büyükse ayaklarının gücünü kullanmak için içine girip, bir sağa bir sola küçük dönüşler yapmışlar…
Sanki dans eder gibi dönüp durmuşlar…
Ardından da bakır tası yıkayıp güneş altında kurutmuşlar…
İçinde kok kömür yanan ve körükle ateşi harladıkları ocaklarını yakıp, bakır tası tekrar ısıtmışlar. Kalay 232 derecede eridiğinden, bu ısıya erişilip erişilmediğini kontrol etmek içinde, ısınan kaba “nişadır” serpmişler…
Nişadır duman çıkarmışsa anlamışlar ki bakır, kalaya hazır…
Sonra da ya çubuk kalayı bakıra sürmüşler ya da toz kalayı nişadır yardımıyla bakıra serpmişler. En son olarak da ellerine aldıkları bir bezle, kalayı bakırın içine iyice sıvayıp, parlatmak için başlamışlar ovmaya yani “sıvazlamaya”…
Bu işlemi de birkaç kez yapmışlar ki “kalaylama” iyi olsun…
Bunları yaparken de gerek ayakları üzerinde sağa sola dönmüşler, gerekse dizleri üzerinde salınmışlar...
Ama kalaylama işlemi sırasında kalaycıların yaptığı bu hareketler halk arasında, belki eğlenceli bulunarak, belki eğlendiklerini düşünülerek, belki dansa benzetilerek, belki de en “düz” anlamı ile isimlendirilmiş. Ve…
“İşten kaçan, iş yapmak istemeyen, yapsa da üstünkörü yapan ya da iş yapar görünerek eğlenen” hatta “sahtekar” kişilere,  kalaycıların zorunlu hareketlerinden esinlenerek bu sözü, bu deyimi söylenmiş…
“Senin meramın kalay yapmak değil, göt çalkalamak”…

13 Nisan 2016 Çarşamba


“Karsamba”…
“Düzensizce birikmiş nesne kalabalığı” olarak açıklanabilecek “dağınıklık”,
Kişiselliğin ötesine geçmiş toplumsal bir olgu sanki…
 “Ya bırak dağınık kalsın” diyerek başlayan,
“Ben böyle daha rahatım ” diyerek devam eden,
“Aradığımı böyle daha kolay buluyorum” diyerek keskinleştirilen,
“Düzensizliğin düzeni” diyerek felsefik veya sosyolojik açılımlar yapmaya iten,
Belki özgürlük, belki de bir “boş vermişlik” duygusu…
Ancak tek kişiyle sınırlı kalmayan, başkalarını da içine çeken bir duygu…
Dağınıklık, kişisel bir olgu olarak algılansa da toplumsal yansıması, bu olguyu farklı noktalara taşıyabiliyor.
Sosyal bilimciler James Q.Wilson ve George L.Kelling, “Atlantik” adlı derginin 1982 yılı Mart sayısında bu durumu, “Kırık Camlar Teorisi” ile şöyle açıklıyorlar.
“Bir kaldırım düşünün. Buraya bir çöp attığınızda önce yanına bazı çöpler atılır. Sonra bu çöpler fazlalaşır, birikir. Sonunda herkes çöpünü poşetler halinde getirip buraya atmaya başlar. Pencere camlarından birkaçı kırık olan bir binanın camları tamir edilmezse, insanlar daha fazla camını kırma eğiliminde olurlar. Kişisel dağınıklık duygusu, toplumsal Vandallık duygusuna dönüşmeye yatkındır”…
Dağınıklık duygusu, sihirli bir güç içerir sanki.
Arttıkça insanı içine çeken, elini kolunu bağlayan, isteksiz bırakan bir güç…
Dağınıklık evlerde de aynı şekilde artar. Başta, “aman sonra yaparım”la ve az bir şeyle başlar, sonra çoğaldıkça çoğalır. “Durağan enerji” her yerdedir artık…
Buna birde “insanın sahip olduğu nesneye bağlanma duygusu” eklendiğinde, kullanılmadığı için atılmak istenen ama atılamayan nesneler yığınına dönüşür her yer. Nesnelerle özdeşleşmiş mi hissederiz bilinmez ama “ya gün gelirde lazım olursa?” diye başlayan sözlerle kendimizi savunmaya başlar,
Uzmanlar “nasıl atayım ki” sözünü,  “geleceğe güvensizlik” işareti olarak değerlendirseler de asla kullanmadığımız nesneleri bir yerlere kaldırırız hemen…
Sonuçta, duyguyu ifade ederken seçilen sözcükler gibi, olguyu dile getirirken seçilen sözcüklerde zaman içinde farklılaşır, değişir, anlaşılmaz olur.
“Oğlum şu odanı ne zaman topluycaksın? Nereye baksam döküt, nereye elimi atsam karsamba… Valla camdan aşşa atcam hepsini…”
“Ya anne sen nece konuşuyosun? Döküt ne, karsamba da neymiş anlamıyorum ki…”
Eh çocuklarda haklı…
Anne babalar kullansalar da gençler arasında bilinen sözcükler değil bunlar.
“Döküt” sözcüğü de “Karsamba” sözcüğü gibi çoktan unutulmaya başlandı bile…
“Döküt” sözcüğü, “toplanmamış, etrafa gelişigüzel atılmış kıyafet, eşya” anlamındadır.
“Karsamba” sözcüğü ise “evde kalabalık yapan, kullanılmayan, düzensiz yığılmış, biriktirilmiş gereksiz eşya” demektir.
Ki dağınık kimselere karşı kullanılan “karsambaya borcun mu var?” şeklinde bir sözümüz bile vardır…
Hatta kocamış ninelerden şu sözü de çok duymuşumdur.
“Amaan sende, goca (erkek eş) didîîn ne ki? Evin garsambası”…
Bazı bölgelerde “insan kalabalığı” ve “insana yük olduğu düşünülen tembel kişilere” de “karsamba” denir ki bu da yine sözcüğün “gereksiz kalabalık ve sıkıntı veren yük” anlamları ile ilintilidir. Ayrıca…
“Karsamba” sözcüğünü “pekmezle kar karıştırılarak yapılan kar helvası” ya da “buzlu şurup” anlamında kullanan yörelerimiz de vardır. Ama…
“Pekmezle karı karıştırarak yapılan bir tür ilkel dondurma”nın asıl adı “Karsambaç”tır.

12 Nisan 2016 Salı


“Ayyuka çıkmak”…
 “Astronomi” ya da “Gök Bilimi”, yeryüzündeki en eski bilimlerden ve evrendeki tüm gök cisimleri ile bunların hareketini, evrimini, fiziksel özelliklerini ve birbiriyle etkileşimini inceliyor. “Astronomi” sözcüğü ise eski Yunanca “astron” ve “nomos” sözcüklerinden türetilmiş ve “yıldızların yasası” anlamına geliyor…
Avrupa’nın Ortaçağı yaşadığı dönemde, İslam’ın “Oku” emrini ilke edinmiş Türk ve İslam alimleri, bu bilime çok önemli katkılar sağlamış.
Misal, yıldızların uzaklığını, yüksekliğini ve açılarını tespit etmeye yarayan “usturlap” denen ölçüm aletini geliştirip, eylem ve boylamları, dünyanın çapını ve ekliptik eğilimini doğruya yakın şekilde hesaplamış, “Dünya yuvarlaktır ve hem kendi ekseni hem de Güneşin etrafında dönüyor” diyen “Beyruni” ya da “El Bîrunî”…
Hem de bunu “Copernic” ve “Galile” den 500 yıl evvel demiş…
Misal, döneminin en büyük rasathanesini kurup, gökyüzünün haritasını çıkaran, kendisinden sonrada kullanılacak “Zîc-i Ulûgî” denilen cetveli hazırlayıp, yıldızların hareketlerini ve dünyanın kendi çevresindeki dönüşünü hesaplayan “Uluğ Bey”…
Misal, gece ve gündüz eşitliğinin ölçülebilmesi için hesaplama yöntemleri geliştirip, trigonometriyi bir ana dal haline getiren “Nasiruddin Tûsî”…
Hatta astronomi bilimine yaptıkları katkılar nedeniyle, “Uluslararası Astronomi Derneği” tarafından, Ay yüzeyinde bulunan üç ayrı kratere, bu üç alimin adı verilmiş...
Misal, gezegenlerin yapılarını, hareketlerini ve dünyaya olan uzaklıklarını hesaplayan,  Ay’ın haritasını çizen, İstanbul’un enlem ve boylamını ölçen, çok çeşitli güneş saatleri icat eden “Ali Kuşçu”…
Misal, şimdilerde sadece şarap merakı ve beyitleri ile tanınsa da “Gregorius Takvimi”  gibi 3330 yılda bir günlük hata yapan bir takvim yerine, 5000 yılda bir günlük hata yapan ve mevsimlere tam olarak uyum gösteren “Celaleddin Takvimi”ni hazırlayan “Ömer Hayyam”…
Misal, geometriyi matematiğe uyarlayarak, “Diferansiyel” hesabını Newton’dan önce belirleyip astronomik ölçümlere katkı sağlayan “Sabit bin Kurra”…
Misal, güneşinde yörüngesi olduğunu ve kendi etrafında batıdan doğuya döndüğünü ve güneş tutulmasını önceden belirleyecek yöntemi keşfeden “Ahmet Fergani”…
Misal, dünyanın hacmi ve çevresini ölçmeyi sağlayan yöntemi keşfeden“Hârezmî”…
Zaman içerisinde bilim merakı doğudan batıya kaysa da yaşadığı dünyayı ve daha ötesini merak eden aklı başında ve duyarlı insanlar hep olmuş…
İşte “Capella” ya da bizdeki adıyla “Ayyuk” yıldızı da böylesi duyarlı insanların keşiflerinden biri. Apollon’un kutsal keçisi nedeniyle “Keçi Yıldızı” da deniyor… 
Adını Yunan mitolojisinden alan “Aurigae” ya da “Arabacı” takımyıldızının en parlak, kuzey göğünün üçüncü en parlak yıldızı olan “Ayyuk”, çıplak gözle tek yıldız gibi görünse de çok yakın yörüngede dönen ve güneşin on katı büyüklüğünde iki yıldızdan oluşan bir sistem aslında…
Dünyaya iki bin ışık yılı uzaklıktaki bu parlak yıldıza, öyle olduğu sanılmış olmalı ki doğu kültüründe Arapça “göğün tepesi” anlamında “Ayyuk” denmiş…
“Ayyuk”, göğün tavanı ya da en yüksek yeri olarak düşünülmüş…
İşte bu nedenle de sesi çok yüksek çıkanlara veya bağıranlara “sesin ayyuka çıktı”,
Hakkında çok konuşulan veya dedikodusu yapılanlara da “laflar ayyuka çıktı” veya  “rezalet ayyuka çıktı” denmiş.
“Duymayan kimse kalmadı, göğün tavanına bile ulaştı” anlamındaki bu sözler, göğe ulaşıp ulaşmadığını bilemesek de deyim olarak günümüze kadar ulaşmış…
Ancak bu deyimin ortaya çıkışı konusunda bir başka bilgi daha vardır ki değinmemek olmaz. Şöyle ki…
Eski Türklerde yönetimle ilgili kararları almak ve uygulamak amaçlı oluşturulan kurula, “Ayukı” deniyor. Yani bir tür “Hükümet” ya da “Bakanlar Kurulu”…
Ayukı’nın başındaki kişiye ise “Aygucı” veya “Üge” denmiş…
Bu bilgiler ışığında, bazı kaynaklar,
“Ayyuka çıktı” deyimi, “şikayetler görüşülmek üzere bakanlar kuruluna çıktı” anlamında söylenen sözden gelmektedir derler…
Artık hangisini kabul edeceğiniz size kalmış…

11 Nisan 2016 Pazartesi


“Panik”…
Yunan mitolojisinde “tanrıların habercisi” Hermes’in, Arkadyalı (Mora yarımadasında dağlık bir bölge) bir periden bir oğlu olur.  Olur ama çocuk oldukça tuhaftır.
Homeros şöyle anlatır…
“Boynuzlu, kuyruklu, keçi ayaklı, sakallı, vücudu kıllı, sivri uzun kulaklı,  kalkık burunludur. Yetişkin olarak doğduğu için büyüme sürecini yaşaması gerekmemiştir. Çocuğu gören anne korkup kaçmış, çocuğu periler büyütmüştür”…
“Pan” derler adına, doğanın, dağlık ve tenha arazilerin, kırların, çobanların, sürülerin, avcılığın ve pastoral müziğin tanrısı Pan. Ayrıca bahar, doğurganlık ve bereketle de yakından ilgili bir tanrıdır ve mitolojiye göre, ormanlarda, kırlarda, mağaralarda yaşayan Pan’ın sembolü, mucidi sayıldığı “pan flüt”tür.
Tanrı Pan, sık sık perilere aşık olur, peşlerinde koşar onların…
Bir ağaç perisi olan “Pitys”, Pan peşine düşünce kaçmaya başlar. Ama bakar ki Pan’dan kurtuluş yok, toprağın altına saklanır ve tıpkı kurtulamayacağını anlayınca “su kamışı” na dönüşen “Syrinx” gibi o da “köknar veya çam”a dönüşür.
Sesi ve raksı ile ünlü bir dağ perisi olan “Ekho” ise Pan’a burun kıvırmış ve onu çok sinirlendirmiştir. Ama Pan’ın bir şey yapmasına gerek kalmaz…
Çünkü tanrıça “Hera”, kendisini perilerle aldatan kocası “Zeus”u tam yakalamak üzereyken, kendisini lafa tutarak perilere zaman kazandıran Ekho’yu lanetler.
Böylece de güzel sesli Ekho bir daha asla konuşamayacak, sadece başkalarının sözlerini yineleyebilecektir artık…
İşte o gün bugündür, dağ, mağara gibi yerlerde söylediğimizi hemen ardımızdan tekrar eden ses, “Ekho”nun sesidir.
Ama Pan’ın sesi, tıpkı görünüşü gibi çok korkutucudur. Öyle ki Titanlar Savaşı’nda sesiyle Titanları bile korkutmuştur.
Pan,’ın değişik bir şaka anlayışı olmalı ki, mitolojide perileri kovalayıp durması ve ıssız, dağlık ya da ormanlık bir alanda,  insanların karşısına birden çıkarak korkutmasıyla bilinir. İşte bu nedenledir ki “panik” sözcüğü, neden olduğu bu korku ve ürkü nedeniyle Pan’ın adından türemiştir. 10.yy.dan kalma bir Bizans sözlüğünde, “büyük bir gürültüyle bağrışıp kaçışan kadınlara”, “panikoi deimati” (panik, dehşet içindekiler) dendiği belirtilmektedir.
İşte nedeni olmayan, aşırı ve normalin dışına taşmış korkulara Pan’ın neden olduğuna inanıldığından, önce Eski Yunan’da “panikos” sonra pek çok dilde “panik” denmiştir…

10 Nisan 2016 Pazar


“Kavak uzaya uzaya göğe değmez ya, elbet bir gün belinden kırılır”…
Eski Türkler ağacı kutsal bilmiş, “tanrının yeryüzündeki sembolü” hatta “tanrının nefesi” olarak görmüş ağacı…
Kayın, sedir, ardıç gibi bazı ağaçlara kutsiyet,
Kavak, elma gibi bazı ağaçlara ise farklı bir değer atfetmiş.
Dünyaya “Hayat Ağacı”, yaşamın sürekliliğini ağaçta gördüğünden olsa gerek gençlere “fidan” demiş.
İnançlarında başköşeyi ağaca vermiş, nedenleri değişse de günümüzde hala yaşayan gelenekler kurmuş üstüne… Misal…
Anadolu’nun bazı yörelerinde, bir çocuk dünyaya geldiğinde ağaç dikilir, özellikle de kavak ağacı. Dikilen kavak fidanı, dünyaya gelen bebekle ya da diğer fidanla beraber büyür. Ta ki çocuk büyüyüp evlilik çağına gelene kadar... Evlilik zamanı geldiğinde, kavak ağaçları kesilir ve gencin yeni yaşamını sağlasın diye satılır…
Dünyayı “Hayat Ağacı” ile simgelemiş, öyle bilmiş, öyle anlatmış. Anlatmış ki…
“Yer ile gök, bir ağaç ile birleşir” ki bu“Hayat Ağacı”dır…
Hayat ağacı, göğün direğidir. Dünyanın dengesini kurar, gök denen damı tutar. Bir ucu yeraltında, diğer ucu kutup yıldızındadır.
Göğe yükselme, tanrılara ulaşma, öbür dünyaya geçme bu ağaçla olur hep. O ağaç sonsuzluğa giden yoldur.
Ama göğe yalnızca “ağaç” direk olur, insan değil…
Anadolu’da bazı yörelerde ayakta dikilenlere hala, “otur göğün direği var” ya da “göğe direk mi olacaksın” denmesi hep bundandır.
Çok uzun boylu kişilere “sırık” denmesinin hatta “antipatik” bulunmasının bir nedeni de eskiden gelen bu inanıştır. “Dengeyi sağlayan bir mekanizma yani hayat ağacı” varken, “şirk koşmak” gibidir çünkü uzun boylu olmak…
İnançları, gelenekleri kadar misal, mesel, kıssa, deyim ve atasözlerinde de yer vermiş ağaca ve özellikle de kavak ağacına…
Onunla anlatmış derdini, onunla yapmış eleştirisini. Misal, öykü bu ya…
Bir kavak ağacının yanında, topraktan bir kabak bitkisi çıkmış. Kabak, zamanla kavak ağacına sarılarak, büyümeye ve uzamaya başlamış. Bir süre sonra kavak ile aynı boya gelince sormuş; “Kavak, sen bu hale kaç ayda geldin?”
“On yılda” demiş kavak…
“On yıl mı?” demiş kabak, “bak ben iki ayda seninle aynı boya geldim”…
Aradan zaman geçmiş, sonbahar geldiğinde kabak üşümeye, yapraklarını dökmeye, gücünü kaybetmeye başlamış. Korkuyla kavak ağacına sormuş;
“Bana ne oluyor böyle?”.. “Ölüyorsun” demiş kavak…
“Benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelebildiğin için ölüyorsun”…
Yani hem göğe doğru yükseleni,
Hem de çabuk yükseleni sevmemiş aslında aklı başında olan bazı eskiler…
Ve böyle yapanlara yergi olarak şöyle demişler…
“Kavak uzaya uzaya göğe değmez ya, elbet bir gün belinden kırılır”…

9 Nisan 2016 Cumartesi


“Hamaylı”…
“Nazar” sözcüğü, Arapça “bakma, bakış” anlamında…
Ancak bu bakış pek hayra yorulmamış. Bu bakışın, belli özellikteki kişilerde, kıskançlıkla da olsa, hayranlıkla da olsa, insanlar başta olmak üzere her şeye uğursuzluk getiren bir bakış, bir “kem göz” olduğuna, kıskançlık, hayranlık ya da haset gibi duyguların yarattığı vurucu ve öldürücü gücün, ruhun dışa açılan iki noktası olan gözlerden fırlayarak, kurbana isabet ettiğine inanılmış.
“Dişe diş, göze göz” anlayışının sonucu mu bilinmez ama nazar dolu bu bakışa, başka bir “bakışla”, başka bir “gözle” karşı koymaya çalışmış insanlar.
Kem göze karşı nazarlık kullanmışlar, muska kullanmışlar…
Aslında nazar inancı insanlık tarihi kadar eski…
Yunanlılar “matisma”, Araplar “el ayn” veya “isabet-i ayn”, İranlılar “bed nezer”, Hintliler “sihir” demişler nazara…
Rasyonel gerçeklikle açıklanamayacak olan nazar inancında üç ana etken belirleyici olmuş. İlki, eski çağlardan günümüze gelen “karanlık dönem” inançları,
İkincisi, tek tanrılı dinlerin doğuşundan sonra ortaya çıksa da özünde eski çağ inanç kalıntılarından dönüştürülmüş inançlar,
Üçüncüsü ise değişik göçlerle toplumdan topluma veya ülkeye taşınan inançlar…
Uğursuz gözlerden gelen kötülüğü kovmak için,  el şeklinde muskalar kullanmış Mısırlılar, sonra Fenikeliler, Yunanlılar, Romalılar…
Eski Mısır’da ayrıca“Osiris’in Gözü” veya “Horus Gözü” denen muskalar kullanılmış. Babil ise nazardan muskalarla korunmuş…
Anadolu insanı ise halısına, kilimine muska motifleri işlemiş…
İşlemiş ki kullananı tehlikelerden, kötülüklerden korusun…
Kendisi içinse taşları boyamış, boncuklar takmış, dua yazılı parşömenler kullanmış nazara karşı... Kullandığı muskaları ise özel kutulara koymuş…
Gümüş veya metalden yaptığı bu özel kutuları, özel motiflerle süslemiş…
Boncuklar, zincirler takmış süslemek için…
İsmine de “hamaylı” demiş…

8 Nisan 2016 Cuma


“Afyonu patlamamak”…
Olgunlaşmamış haşhaş kapsülünün çizilmesi sonucu sızan özsu, pıhtılaşıp kuruduğunda elde edilen bu uyuşturucuya “afyon” veya “afyon sakızı” denir.
Tarihte ilk kez MÖ 3400 yıllarında Dicle-Fırat havzasında Sümerler tarafından yetiştirilmiş. Sümerlerden Mısırlılara, onlardan Araplara, Araplardan da Avrupa’ya yayılmış haşhaş ve afyon. Sümerler “hul” ve “gil” yani “keyif bitkisi”, Yunanlar “opion” yani “sütlü bitki” demişler.  Afyon sözcüğü ise dilimize Farsçadan geçmiş…
Afyon,  ilk ilaçlardan biri olarak üretilmiş. Çünkü üstüne yemin edilen Hipokrat bile “afyonun ilaç olarak kullanılmasını” tavsiye etmiş. 19.yy. başında afyon, en yaygın sakinleştirici ve ağrı kesici olmuş, bugün “Aspirin” ne ise o olmuş kısaca. Evlerin ecza dolaplarında mutlaka bulundurulmuş, reçetesiz satılmış, histerik ve sinirli kişilere, yolculuk öncesi heyecana, migrene karşı hep afyon kullanılmış. Hatta çocukların kolayca uykuya dalması için şuruplara bile katılmış.
1804 yılında Alman eczacı “Sertümer” tarafından “morfin”in bulunmasıyla, hele de savaşlar döneminin başlamasıyla önemi daha da artmış…
Osmanlıda ise afyona “tiryak” denmiş, kullanana da  “tiryaki”…
Afyon kullanmaya, mercimekten daha küçük miktarlarda başlayıp, yavaş yavaş fındık büyüklüğüne kadar yükseltmiş tiryakiler. Hatta bazen kesmemiş birkaç misline çıkarmış, o da yetmemiş içine “ak sülümen” katmışlar.
Afyon ticareti yapanlara “macuncu” denmiş. Macuncular ise özellikle saraya veya devlet büyüklerine bağlı olarak iş yapmışlar... Bu ilişki ne kadar etkili bilinmez ama Osmanlı afyon tüketimine hoşgörülü yaklaşmış…
Bu hoşgörü ve getirdiği düşkünlük, zamanla Süleymaniye Camii karşısında ve medreselerin altında 35 dükkandan oluşmuş  “Tiryaki Çarşısı”nı ortaya çıkarmış.
15 kişilik bu kahveler, kimisi ihtiyarlamış eski esnaf, çoğu da yüksek devlet görevlisi eskisi olan bu tiryakilerle her gün ağzına kadar dolmuş. Hatta evlerine giderken bile yolda durur, hiç üşenmez zembillerine koydukları ufak tahta parçaları, kuru yaprak ve çırayla ateş yakar, zembillerinden cezve ve fincan çıkarıp kahve pişirir, zembilin üstüne oturur ve kahve ile afyon yutarak keyif yaparlarmış…
Afyon tiryakiliği, Fatih’in oğlu, Yavuz’un babası II.Beyazıt’ta olduğu gibi padişahlara kadar sıçramış. 1546 yılında Anadolu’da haşhaş tarlalarını gezen Pierre Belo, “afyon alabilmek için son kuruşunu vermeyecek hiçbir Türk bulamazsınız” diye yazmıştır.
 Ama özellikle IV.Murat’ın ölümünden sonra tüm ülkeye ve padişahlarda dahil her sınıfa yayılmış. 1790’lı yıllarda İsveç Kralı’nın elçisi olarak İstanbul’a gelen M.D.Ohsson’un verdiği bilgiler oldukça ilginç. Şöyle yazmış elçi…
“Halkın kullandığı alelade macun, afyon, haşhaş, sarısabır ve çeşitli baharatlarla hazırlanırken, varlıklı kimseler için olan macuna gri amber, misk ve başka kokulu maddeler, esanslar, padişah ve ileri gelenler için hazırlanan “cevahir macunu”na ise pudra halinde inci, mercan, yakut ve zümrüt katılıyor”…
Tekrar deyimimize dönersek…
Ramazan ayı geldiğinde, tiryakiler afyonsuz duramayacaklarından ama oruç tutmak zorunda da olduklarından, bir yol bulmuşlar kendilerine…
Afyonu macun haline getirip, ya ilk-üç kat kağıda sarmışlar ya da kalın kabuklu “razakı” üzümlerin içine doldurmuşlar. Sahur vakti niyetlenmeden önce de ikişer, üçer yutmuşlar bu “kapsülleri”…
Kağıt ya da üzüm mide asidi ile eridiğinde de afyon açığa çıkıp karışırmış bedene…
İki kat kağıda sardıkları ya da üzüme koydukları önce, üç kat kağıda sardıkları afyon daha sonra patlarmış ve keyif daim olurmuş.
Ama bir aksilik olurda kapsül patlamazsa, son derece sinirli ve çekilmez olduklarından da tanıyıp bilenler sorarlarmış hemen…
“N’oldu afyonun patlamadı heralım?”…
İşte bu söz, “anlama ve algılaması gecikenlere, ayılamayanlara” sorulan bir deyim olarak günümüze kadar gelmiş…

7 Nisan 2016 Perşembe


“Hergele”…
Öykü bu ya…
Köyün birinde bir gün, eşekler semerciden şikayet etmeye, sızlanmaya başlamışlar.
“Ya semer böyle mi yapılır? Bu adam semer yapmayı hiç mi hiç bilmiyo. Bunun yaptığı semer yüzünden sırtım yara bere içinde kaldı…”
Sonra toplanıp hep beraber dilekler dilemiş, dualar etmişler…
“N’olur bu gitsin, yeni bir semerci gelsin”…
Dilekler, dualar kabul olmuş olacak ki yeni bir semerci gelmiş köye…
Eşekler çok sevinmişler. Ama…
Bu semerci de yapamamış eşekleri yara bereden kurtaracak, rahat ettirecek semeri.
Sırtlarındaki yaralar azalmak şöyle dursun, daha da çoğalmış…
Eşekler yine toplanıp sızlanmışlar, ağlaşmışlar.
Sonra “yeni bir semerci istiyoruz” diyerek dileklere, dualara başlamışlar…
Bu da kabul olmuş…
Bu semercide ayrılmış köyden, yenisi gelmiş hemen…
Eşekler yine çok sevinmişler, “oh sırtımız rahat edecek” diyerek…
Ama hiçbir şey değişmemiş, yaralar artmış, bereler çoğalmış, sızlanmalar bitmemiş…
Eşekler görmüş ki buda farklı değil…
Yine sızlanma ağlaşma, yine dilek dua…
Semerci gitmiş, semerci gelmiş ama her şey aynı…
Hatta semerler daha da kötüleşmiş, sızılar daha da artmış, yaralar daha da can yakmaya başlamış…
Sonra bir gün, eşekler anlamışlar ki…
Yaralardan kurtulmak için semerciden değil, semerden kurtulmak gerek…
Anlamışlar ki…
Önemli olan “yük vurulmasına” alışmamak, “üstüne binilmesine alışmamak”…
“Hergele olmayı bilmek” belki de…
“Hergele” sözcüğü dilimize Farsçadan geçmiş.
Sözcük, Farsça “eşek” anlamındaki “har” ile “sürü” anlamındaki “gele” sözcüklerinden oluşmuş ve “yük ve bineğe alıştırılmamış yaban eşeği sürüsü” anlamında “hargele” sözcüğünden gelmektedir. Osmanlıcada ise “eşek sürüsü” anlamı yanında, “sürünün başında giden kılavuz eşek” anlamında da kullanılmıştır. 
Bu arada yeri gelmişken belirtmekte yarar…
Ankara’nın Ulus semtinde,
Gençlik Parkı üst kapısı yakınında, asıl adı “İtfaiye Meydanı” olan bir meydan vardır.
Ama nedense buraya “Hergele Meydanı” denmekte... Oysa…
Burası bir dönem, devlet idari binalarına yakınlığı, otel ve lokantaların çok, ticaretin hızlı olması nedenleriyle, Ankara’ya “her gelen” inin uğradığı bir meydan olmuş… Olmuş ki “Her Gelen Meydanı” denmiş, “Hergele Meydanı” değil…