11 Haziran 2016 Cumartesi


“Saman altından su yürütmek”…
“Bencil” sözcüğü, “egoist” sözcüğüne karşı üretilmiş Yeni Türkçe bir sözcük…
“Kendi çıkarını herkesinkinden üstün tutan, yalnız kendini düşünen” anlamında…
“Hodbin” ya da “hodkam” sözcüklerini kullananlar da var, özellikle edebiyatımızda…
Hodbin, Farsça, “kendini gören” anlamında…
“Bencillik”, antik çağlardan bu yana dini, felsefi, psikolojik ve ekonomik açılardan sorgulanan bir durum…
Aristo, insanları bencil olmakla suçlayıp, kendi çıkarını düşünenleri yerden yere vururken, Dante’nin “İlahi Komedya”sında yedi büyük günahtan biridir “ego”…
Psikolojinin en büyük ilgi alanı, dinlere göre suç, hatta en büyük kötülüktür…
Ekonomik anlamda ise “Marks”ın deyişiyle, “kapitalizmin baskın özelliklerinden biri”dir. Şöyle diyor Marks…
“İnsanlar bencildir ancak çevreye bağlı olarak bencillik yaşarlar.”
“Adam Smith” ise “bencilliği, ekonomik sistemler için gerekli” bir şey olarak görüyor…
Bencilliğin karşıtı ise “Diğerkâmlık”tır…
“Başkalarının yararını da kendi yararı kadar gözetme” demektir….
 “Altürizm” de denir ya da İslami karşılık olarak “İsar” da…
“Özgecilik” ya da “Elcilik” diyenlerde vardır elbet…
Diğerkâmlık, “kendi gelişimini ve gereksinimlerini bir kenara atıp, yalnızca başkalarının çıkarlarını sağlamaya çalışmak” değildir elbet…
“Başkalarını da kendisi kadar düşünmek, başkalarını da kendisi kadar sevmek, başkalarının yararını da kendi yararı kadar gözetmek” demektir diğerkâmlık…
Kişinin parçası olduğu toplumda, kendi üzerine düşen görevleri yerine getirmesi,
Organı olduğu organizmanın sağlıklı çalışmasını sağlaması,
Toplu yaşamanın gereklerini yerine getirmesidir “diğerkâmlık”…
“Saman altında su yürütmek” değildir kısacası…
Bu deyim, bencillikle daha ilgilidir çünkü…
Ama bir o kadarda sinsilikle, dümencilikle, yalancılıkla ilgilidir…
Sözlüklerde, “Gizli işler çevirmek”, “Kendisinin yaptığını belli etmeyerek ortalığı karıştırmak ve herkesi birbirine düşürmek”, “Hiç kimseye sezdirmeden iş çevirmek” olarak açıklanan deyimin ortaya çıkış öyküsü, kaynaklara göre şöyledir…
Bir zamanlar bir yerlerde bir köy…
Geniş bir ovanın üzerinde bulunan bu köyün hayat kaynağı ise orta halli bir ırmak…
Hani dereden biraz daha hallice bir şey…
Hayat o ırmağın çevresinde…
Çamaşırlarda orada yıkanıyor,
Hayvanlarda oradan su içiyor,
Bahçe ve tarlalarda o ırmaktan sulanıyormuş…
Kışın neyse ama yazın azalıyormuş ırmağın suyu…
Köyün tüm ihtiyaçlarını karşılamaya yetmiyor, hadi çamaşır mamaşır neyse de iş bahçe ve tarlaları sulamaya gelince işler karışıyormuş…
Herkes kendi bahçesini, tarlasını sulamak istediğinden, her gün bir sürü hır gür…
Köy ahalisi bakmış herkes birbiri ile kavgalı, herkes birbiri ile küs,
Bu durumun önüne geçmek için çareler aramışlar…
Çare olarak ise bahçe ve tarlaların sırayla sulanması fikrini bulmuşlar…
Tüm köyün bahçe ve tarlalarının listesini çıkarıp, hepsine belli bir gün ve saat vermişler. Vermişler ki herkes bahçesini, tarlasını belirlenen gün ve saat içinde sulasın, kimsenin kimseye hakkı geçmesin…  Ama insanoğlu işte…
Özellikle kendi çıkarı söz konusu olunca, kimin ne yapacağı, ne zaman yapacağı belli olmadığından, herkes sulama yapmak için sırasını beklerken…
Köyün uyanıklarından biri, sırası gelince sulaması yetmezmiş gibi,
Irmağa yakın olmanın nimetinden de yararlanırcasına,
Irmaktan tarlasına gizli bir kanal kazmış…
Köylüler fark etmesin diye de üzerini, ağaç dalları, sap, samanla kapatmış…
Yaz iyice gelip, havalarda iyice ısınınca ırmağın suları da oldukça azalmış…
Diğer köylüler, bitkilerini ölmeyecek kadar sulayabilirken,
Bunun tarlasındaki bereket şaşırtmış köy ahalisini…
İçlerine de bir kuşku düşmüş, “la yoksa” demeden edememişler elbet…
Bir gün toplanıp, baskın yapmışlar uyanığın tarlasına…
Arama, tarama, inceleme derken bulmuş bir gizli kanalı…
Sapın samanın altından geçen su, bahçeye bereket dağıtıyor…
Almışlar uyanığı aralarına,
“Ulan” demişler, “Sen saman altından su mu yürütüyosun?”…