“Göze girmek”…
Malum
önümüz Ramazan.
Her
yerde “Nerede o eski Ramazanlar” diyerek tefrikalar yayımlanacak. “Hacivat
Karagözler, Dümbüllüler, Direklerarası” anlatılacak bol bol…
“Eski
Ramazanlar” sadece eğlenceymiş gibi anlatılsa da acaba öyle mi?
Misal…
2.Mahmut’un “Serasker”i yani “Savunma Bakanı” Hüsrev Paşa 1820’lerde İstanbul
kadısına bir emirname gönderir.“İstanbulluların Ramazan boyunca uyması gereken
kurallardır” bunlar… Özetle şöyle der…
“…Padişahımız
efendimiz, Ramazan münasebetiyle sık sık İstanbul camilerine gideceğinden, halk
bu günlerde daha saygılı olmalıdır… Esnaf ve halk, yakaları ve yenleri kırmızı
elbiseler giymeyecek, kılıç takmayacaktır… Herkes dükkan ve evinin önünü temiz
tutacak, ortalıkta çöp ve hayvan leşi olmayacaktır. Uzun senelerdir konak ve
evlerin kapısına sıçrayıp duran çamur nedeniyle, çamurdan ibaret gibi duran
kapılar temizlenecektir… Padişahımız efendimiz bir yerde otururken, ‘önünden
geçmeyelim’ yahut ‘başka yola sapalım’ denmeyecek, gerek atlı ve gerekse yayan,
padişahın önünden ırz ve edebi ile geçilecektir… Padişahımıza tesadüf etme
şerefine erenler, gözlerini dikerek bakmayacak, biraz geri çekilerek, başlarını
eğerek sadece önlerine bakacaklardır… Padişahımıza, Ramazan boyunca Cuma
günleri dışında hiç kimse dilekçe vermeyecek, verenler en ağır cezayı hak etmiş
olacaklardır…”
Misal…
Tanzimat’ın ilanından sonraki “Ramazan Yasakları” için hükümetin yayınladığı
“Yönetmelik”… Özetle şunlar yazar…
“…Kadınlar
artık kıyafetlerine itina edecekler, Sultanahmet ve Şehzadebaşı Camilerinden
başka camilere gidemeyeceklerdir… Kadınlar alışveriş için bile olsa, Ramazan
ayı boyunca dükkanların içine girmeleri yasaktır… Erkeklerin teravih namazına
gitmeleri zorunludur… Namazdan sonra fenersiz gezilmeyecektir…”
Misal…
20.yy.ın ilk Ramazan günü olan 23 Aralık 1900 ‘da ve 8 Kasım 1904 ramazanında
Abdülhamit’in “Tembih İradeleri” de benzer yasaklar getirir..
“…Hükümdarın
emrindeki tüm müminler Ramazan boyunca ibadetle uğraşacaktır… Kadınların
İslamiyet’e uygun olmayan kıyafetler giymesi yasaktır… Tiyatrolarda, Ramazanın
kutsallığına aykırı ve politika içeren piyesler oynanması yasaktır…”
Bunların
pek çoğu yasak ya da “tembih” içeren şeyler…
Ama
başka bir “tembih” var ki işte o ilginç… Şöyle ki…
Ramazan
ayı, “oruç” ya da gün içinde aç kalma dışında aynı zamanda “karın doyurma ayı”
imiş. Ramazan gelince kimileri, her gün bir vezirin, nazırın, paşanın ya da
büyük devlet görevlisinin evinde kurulan iftar sofralarına katılmayı adet
edinmişler. Hatta bu da yetmez, iftardan sonra “diş kirası” bile isterlermiş…
Üstüne
birde hediye kuyruğuna girer hediye beklerlermiş…
Hadi
sıradan halk neyse ama bunları yapanlar devlet memurları olunca Abdülaziz,
“İhtarname” yayımlamak zorunda kalmış. 1862 yılının Mart ayına denk gelen
Ramazan’ın ilk gününde yayımlanan “İhtarname” özetle şöyle…
“…Devlet
memurlarının bakanların ve amirlerinin evlerine iftar için gitmeleri resmi bir
mecburiyet zannedilse de değildir. Zaten memurlar için böyle bir görevde
yoktur. Bu alışkanlık artık herkese zahmet ve külfet verir bir hal almıştır.
Hocaların, şeyhlerin, din talebelerinin ve dervişlerin istedikleri iftara
gitmeleri serbesttir. Bunların dışında kalanlar ve memurlar, davet olunmadıkça
iftara gitmeye mecbur değildirler. Hatta davetli bile olsalar gidip gitmeme
konusunda serbesttirler…”
Yani
Abdülaziz kısacası, “oturun oturduğunuz yerde” demiş…
Şimdi
gelelim deyimin öyküsüne… Ama öncelikle şu bilgiyi vermekte yarar var…
İslam
inanışına göre Ramazan ayı, “Ramazan Hilali”nin doğuşu ile başlar. Bu nedenle
“yevmüşşek” yani “şüpheli günler” denen Şaban ayı sonu ve Ramazan ayı başında
herkes, “yeni doğacak hilali ilk gören kişi” olmak ve müjdesini vermek için
yoğun bir gayret gösterirmiş. Şer’iye mahkemelerinde kadılar ve müftüler nöbet
tutup, “Ramazan Müjdecisi”ni beklermiş…
Sonunda
yeni ayı ilk gören soluğu kadının yanında alır ve “Yeni ayı ilk gören olduğuna
dair” yeminler edip Ramazan’ın başlamasını sağlarmış. Bu yeminlerden sonrada
kadı emir verir, toplar atılır ve “Ramazan’ın geldiği” ilan edilirmiş…
İşte
rivayete göre, yine böyle bir “yevmüşşek” zamanında mahalle kahvesinde
“Ramazan’ın ne zaman başlayacağına” ilişkin sohbet edilirken, orada bulunan bir
hoca, “Yeni ay görünmeyince Ramazan başlamaz. Yeni ayı gökte gördüğünüz an ise
Ramazan başlamış, oruç vakti gelmiş demektir” diye bilgi vermiş…
Bir
köşede oturan Bektaşi’de anlatılanlara kulak misafiri olmuş…
Oturduğu
yerden kalkmış, evine gidip hanımına seslenmiş…
“Hanım
hemen perdeleri kapa”…
“Hayırdır
bey?” diye sormuş karısı…
“Yahu
hanım” demiş Bektaşi, “Bilmez misin yeni ay gökte görününce Ramazan başlayacak,
herkes oruç tutacak…”
Karısı
“Ama..” diyecek olsa da eşinin dediğini yapmış, perdeleri sıkı sıkı kapamış…
Bektaşi
yinede temkinli davranmayı elden bırakmamış.
Zaten gündüzleri bir sorun yaşamıyor, geceleri ise kahveye gidip
gelirken kafasını yerden kaldırmıyormuş…
Yine
böyle bir akşam, gökteki ayı görmemek için kafası önünde giderken, yerdeki su
birikintisinde, gökteki ayın yansımasını görmüş.
Refleksle
gözlerini kapamış, kafasını kaçırmış ama bir kere görmüş artık…
Sinirlenen
Bektaşi, sudaki yansımaya dönüp söylenmiş…
“Bre
mübarek… Başımı yerden kaldırmıyorum diye yere inerek gözüme mi gireceksin… Ama
valla nereme girersen gir, inadım inat tutmayacağım o orucu…”
Bu
rivayet bana biraz “Bektaşi fıkrası” gibi gelse de kaynaklar “göze girmek”
deyiminin öyküsü olarak hep bu öyküyü anlatıyor…
Eh ne yapalım benim de
elimden başka bir şey gelmiyor…