5 Haziran 2016 Pazar


“Göze girmek”…
Malum önümüz Ramazan.
Her yerde “Nerede o eski Ramazanlar” diyerek tefrikalar yayımlanacak. “Hacivat Karagözler, Dümbüllüler, Direklerarası” anlatılacak bol bol…
“Eski Ramazanlar” sadece eğlenceymiş gibi anlatılsa da acaba öyle mi?
Misal… 2.Mahmut’un “Serasker”i yani “Savunma Bakanı” Hüsrev Paşa 1820’lerde İstanbul kadısına bir emirname gönderir.“İstanbulluların Ramazan boyunca uyması gereken kurallardır” bunlar… Özetle şöyle der…
“…Padişahımız efendimiz, Ramazan münasebetiyle sık sık İstanbul camilerine gideceğinden, halk bu günlerde daha saygılı olmalıdır… Esnaf ve halk, yakaları ve yenleri kırmızı elbiseler giymeyecek, kılıç takmayacaktır… Herkes dükkan ve evinin önünü temiz tutacak, ortalıkta çöp ve hayvan leşi olmayacaktır. Uzun senelerdir konak ve evlerin kapısına sıçrayıp duran çamur nedeniyle, çamurdan ibaret gibi duran kapılar temizlenecektir… Padişahımız efendimiz bir yerde otururken, ‘önünden geçmeyelim’ yahut ‘başka yola sapalım’ denmeyecek, gerek atlı ve gerekse yayan, padişahın önünden ırz ve edebi ile geçilecektir… Padişahımıza tesadüf etme şerefine erenler, gözlerini dikerek bakmayacak, biraz geri çekilerek, başlarını eğerek sadece önlerine bakacaklardır… Padişahımıza, Ramazan boyunca Cuma günleri dışında hiç kimse dilekçe vermeyecek, verenler en ağır cezayı hak etmiş olacaklardır…”
Misal… Tanzimat’ın ilanından sonraki “Ramazan Yasakları” için hükümetin yayınladığı “Yönetmelik”… Özetle şunlar yazar…
“…Kadınlar artık kıyafetlerine itina edecekler, Sultanahmet ve Şehzadebaşı Camilerinden başka camilere gidemeyeceklerdir… Kadınlar alışveriş için bile olsa, Ramazan ayı boyunca dükkanların içine girmeleri yasaktır… Erkeklerin teravih namazına gitmeleri zorunludur… Namazdan sonra fenersiz gezilmeyecektir…”
Misal… 20.yy.ın ilk Ramazan günü olan 23 Aralık 1900 ‘da ve 8 Kasım 1904 ramazanında Abdülhamit’in “Tembih İradeleri” de benzer yasaklar getirir..
“…Hükümdarın emrindeki tüm müminler Ramazan boyunca ibadetle uğraşacaktır… Kadınların İslamiyet’e uygun olmayan kıyafetler giymesi yasaktır… Tiyatrolarda, Ramazanın kutsallığına aykırı ve politika içeren piyesler oynanması yasaktır…”
Bunların pek çoğu yasak ya da “tembih” içeren şeyler…
Ama başka bir “tembih” var ki işte o ilginç… Şöyle ki…
Ramazan ayı, “oruç” ya da gün içinde aç kalma dışında aynı zamanda “karın doyurma ayı” imiş. Ramazan gelince kimileri, her gün bir vezirin, nazırın, paşanın ya da büyük devlet görevlisinin evinde kurulan iftar sofralarına katılmayı adet edinmişler. Hatta bu da yetmez, iftardan sonra “diş kirası” bile isterlermiş…
Üstüne birde hediye kuyruğuna girer hediye beklerlermiş…
Hadi sıradan halk neyse ama bunları yapanlar devlet memurları olunca Abdülaziz, “İhtarname” yayımlamak zorunda kalmış. 1862 yılının Mart ayına denk gelen Ramazan’ın ilk gününde yayımlanan “İhtarname” özetle şöyle…
“…Devlet memurlarının bakanların ve amirlerinin evlerine iftar için gitmeleri resmi bir mecburiyet zannedilse de değildir. Zaten memurlar için böyle bir görevde yoktur. Bu alışkanlık artık herkese zahmet ve külfet verir bir hal almıştır. Hocaların, şeyhlerin, din talebelerinin ve dervişlerin istedikleri iftara gitmeleri serbesttir. Bunların dışında kalanlar ve memurlar, davet olunmadıkça iftara gitmeye mecbur değildirler. Hatta davetli bile olsalar gidip gitmeme konusunda serbesttirler…”
Yani Abdülaziz kısacası, “oturun oturduğunuz yerde” demiş…
Şimdi gelelim deyimin öyküsüne… Ama öncelikle şu bilgiyi vermekte yarar var…
İslam inanışına göre Ramazan ayı, “Ramazan Hilali”nin doğuşu ile başlar. Bu nedenle “yevmüşşek” yani “şüpheli günler” denen Şaban ayı sonu ve Ramazan ayı başında herkes, “yeni doğacak hilali ilk gören kişi” olmak ve müjdesini vermek için yoğun bir gayret gösterirmiş. Şer’iye mahkemelerinde kadılar ve müftüler nöbet tutup, “Ramazan Müjdecisi”ni beklermiş…
Sonunda yeni ayı ilk gören soluğu kadının yanında alır ve “Yeni ayı ilk gören olduğuna dair” yeminler edip Ramazan’ın başlamasını sağlarmış. Bu yeminlerden sonrada kadı emir verir, toplar atılır ve “Ramazan’ın geldiği” ilan edilirmiş…
İşte rivayete göre, yine böyle bir “yevmüşşek” zamanında mahalle kahvesinde “Ramazan’ın ne zaman başlayacağına” ilişkin sohbet edilirken, orada bulunan bir hoca, “Yeni ay görünmeyince Ramazan başlamaz. Yeni ayı gökte gördüğünüz an ise Ramazan başlamış, oruç vakti gelmiş demektir” diye bilgi vermiş…
Bir köşede oturan Bektaşi’de anlatılanlara kulak misafiri olmuş…
Oturduğu yerden kalkmış, evine gidip hanımına seslenmiş…
“Hanım hemen perdeleri kapa”…
“Hayırdır bey?” diye sormuş karısı…
“Yahu hanım” demiş Bektaşi, “Bilmez misin yeni ay gökte görününce Ramazan başlayacak, herkes oruç tutacak…”
Karısı “Ama..” diyecek olsa da eşinin dediğini yapmış, perdeleri sıkı sıkı kapamış…
Bektaşi yinede temkinli davranmayı elden bırakmamış.  Zaten gündüzleri bir sorun yaşamıyor, geceleri ise kahveye gidip gelirken kafasını yerden kaldırmıyormuş…
Yine böyle bir akşam, gökteki ayı görmemek için kafası önünde giderken, yerdeki su birikintisinde, gökteki ayın yansımasını görmüş.
Refleksle gözlerini kapamış, kafasını kaçırmış ama bir kere görmüş artık…
Sinirlenen Bektaşi, sudaki yansımaya dönüp söylenmiş…
“Bre mübarek… Başımı yerden kaldırmıyorum diye yere inerek gözüme mi gireceksin… Ama valla nereme girersen gir, inadım inat tutmayacağım o orucu…”
Bu rivayet bana biraz “Bektaşi fıkrası” gibi gelse de kaynaklar “göze girmek” deyiminin öyküsü olarak hep bu öyküyü anlatıyor…
Eh ne yapalım benim de elimden başka bir şey gelmiyor…