15 Haziran 2016 Çarşamba


“Burnundan fitil fitil gelmek/getirmek”…
Pek çok şeye “fitil” deniyor…
“Ağaç işleri Terimleri Sözlüğü”  ip ya da kaytanların çevresine boylu boyunca kumaş sarıp, diplerinden dikerek hazırlanan döşeme gerecini,
“Farmakoloji ve Toksikoloji Terimleri Sözlüğü” düz bağırsağa uygulanmak için hazırlanan konik biçiminde, normal ısıda katı ama vücut ısısında eriyen ilaç biçimini,
“Fizik Terimleri Sözlüğü”  akım geçirildiğinde ışık salan iletken parçasını,
“Kimya Terimleri Sözlüğü”  ince iplik şeklindeki cisim veya yapıyı,
“Zanaat Terimleri Sözlüğü” somunluk hamur parçasını ve teneke saçaklardaki kıvrık kısmı “fitil” olarak açıklıyor…
“Güncel Türkçe Sözlük” de ise “fitil” olarak açıklanan şey daha da fazla…
Lamba, kandil ve mumda yağın, çakmakta benzinin yanmasını sağlayan, türlü biçimlerde bükülmüş veya dokunmuş pamuktan yapılan yağ çekici madde,
Derin yaraların tedavisinde, yara içine salınan steril gazlı bez şerit,
Eskiden topları ve lağımları ateşlemekte kullanılan kaytan biçimindeki tutuşturucu,
Kumaşın altına kaytan biçiminde bükülmüş bir şey koyup üstten dikerek yapılan kabartma yol,
Koltuk ve sandalye gibi oturulan eşyanın yapımında dikiş ve çivileri gizlemekte kullanılan şerit,
Ovalamakla deriden çıkarılan yuvarlak kir,
Yol yol dokunmuş kumaş,
Elli kağıtla oynanan ve en az sayısı olanın kazanması kuralına dayanan iskambil oyunu, hep “fitil”… Ama…
Bunlarla, “burnundan getirmek” arasında ilgi kurmak oldukça güç…
Zaten kaynaklara göre, “burnundan fitil fitil getirmek” deyiminin ortaya çıkışı konusunda iki farklı görüş ve bilgi var…
İlk bilgi şöyle…
Osmanlı döneminde ağırlık ölçüsü olarak “okka” kullanılıyor ve genellikle 1283 grama eşit, bir okka ise 400 dirhem. Dirhem’in de alt birimleri var…
Dirhem’in çeyreğine “dönük” ya da “denk”, dönük’ün çeyreğine “kırat”, kırat’ın çeyreğine “bakray”, bakray’ın çeyreğine “fitil”, fitil’in yarısına “nekir”, nekir’in yarısına “kıtmir”, kıtmir’in yarısına ise “zerre” deniyor…
Konumuz “fitil” olduğuna göre, fitil aşağı yukarı 0,0125 gramlık bir ağırlık ölçüsü ve bazı kaynaklar bir damla kana eşit olduğunu söylüyor.
Bu durumda deyim, beddua niyetine kullanıldığında, hakkı yenilen kişinin hakkının, birilerinin “burnundan fitil fitil” ya da “damla damla kan” olarak gelmesi anlamı taşıyor.
Deyimin ortaya çıkışı ile ilgili diğer bilgi ise oldukça “korkunç”…
Kaynağı Evliya Çelebi’nin “Seyahatnamesi”.  Şöyle ki…
Osmanlıda, tüm diğer ülkelerde olduğu gibi şüpheli ve suçlulara, her ne kadar o zamanlar “sıradan yöntem” olarak görülse de oldukça değişik, bir o kadarda korkunç işkenceler yapıldığı bilinen bir gerçek. Diğer ülkelerden tek farkı, 2. Beyazıt’ın çıkardığı “Umumi Kanunname” ile işkencenin, hangi durumlarda kime ve nasıl uygulanacağının belirlenmiş olması...
Misal, yalancı şahitlerin ve fermanları taklit edenlerin kolları, hırsızların elleri kesiliyor. Ailesinden izinsiz kocaya kaçanların cinsel organları dağlanıyor, ev yakanlar bir kümese konulup yakılıyor…
Siyasi suçlular yağlı kementle boğuluyor, başları “şifre” denen özel ustura ile kesilip, “ibret taşı”nda sergileniyor…
Tütün ve içki içenlerin ağızlarından boru sokulup içlerine kurşun dökülüyor…
Şahsi çıkarları için yanlış fetva veren hocaların başları, dibek içinde macun kıvamına gelen kadar dövülüyor…
Kız ya da oğlan çocuklarına tecavüz edenlerin cinsel organları kesilip, suçlunun kendisine yediriliyor…
Kimi suçlular kazığa oturtuluyor, kimi çıkamayacağı oyuğa sokulup kendi dışkısı içinde erimeye bırakılıyor…
Kiminin başı kesiliyor, kiminin kesilen başı sıcak saca bastırılıp 2 saniyede olsa kesik bedeni kendine seyrettiriliyor…
Kiminin derisi yüzülüyor, kimi yüzülmüş deve derisi içinde kurumaya bırakılıyor…
Kimi tuzda bekletiliyor, kimi derisi yüzülüp tuzlu suya atılıyor…
Kimi çarmıha, kimi çengele geçiriliyor…
Kiminin makatına at kılı, kiminin penisine domuz kılı sokuluyor…
“Seyahatname” sinde Evliya Çelebi şöyle anlatıyor…
“Yün bir ipliğin çeşitli yerlerine düğüm atılır ama düğümlerin aralıkları eşit olacak…
Düğüm atılmış yün ipliğin bir ucu, suçlunun burnundan sokulup, ağzından çıkarılır…
İpliğin bir ucu ağızda, bir ucu burunda…
Sonra iki ucunu da tutup, ani hareketlerle bir ağza doğru, bir buruna doğru ip çekilir…
Çekilir ki suçlu konuşsun ya da yaptıklarının cezasını çeksin…”
 İşte o “örgülü, düğümlü ip”in adı da “fitil”… 
Eh hal böyle olunca da yaptıkları, “burnundan fitil fitil geliyor” elbet…

14 Haziran 2016 Salı


“Nikotin”…
Amerika kıtasının yerlileri, kendi kendilerine tüttürürken “beyaz adam” çıkar gelir.
Hediyeler, meyveler sebzeler derken, “tütün” de sunulur beyaz adama…
Değerli bir şeydir sonuçta yerli halk için, tedavi amaçlı kullanır, dini amaçlı kullanır, dostluk amaçlı kullanır…
Hani arada bir husumet varsa yakar “calumet”i yani “barış çubuğu”nu, tütünün dumanı ile birlikte, dağılır gider aradaki düşmanlıklar…
Kristof Kolomb ve adamları, daha önce hiç bilmedikleri, Amerikan kıtasına ait bu bitkinin ne olduğunu ya da ne işe yarayacağını anlamasalar da, Avrupa’ya giderken götürürler birkaç dal…  Avrupa da anlamaz bu bitkinin ne işe yarayacağını…
Hatta Kolomb’un tayfalarından Rodrigo Jerez’i, ağzından burnundan dumanlar tüttürerek tütün içerken görünce,
“Şeytan tarafından ele geçirildiğini” düşünüp hapse bile tıkarlar…
Amerika’nın keşfinden 18 yıl sonra, yani 1510 yılında Francisco Hernandez de Toledo adlı bir işadamı, tütün tohumları getirir İspanya’ya…
“Tıbbi Mucize” denmesiyle de yavaş yavaş yayılır tütün…
Misal, 1571 yılında Nicolas Monardes adlı bir İspanyol doktor, bir kitap yazarak, “tütünün 36 ayrı hastalığa şifa olduğunu” yazar…
1588 yılında ise Thomas Harriet adlı bir Amerikalı, “sağlıklı yaşamın ancak her gün alınacak belli dozda tütün ile mümkün olacağını” söyler…
Ancak kaynaklara göre kendisi de kanserden ölür…
Kimileri Kızılderili dilinden, kimileri ise Arapça “tabaka” sözcüğünden geldiğini söyleseler de pek çok batı dilinde “tobacco” deniyor tütüne…
Tütün yaprağına sarılı olana yani bizim “puro” dediğimize ise “cigar”…
Onu da Maya ve Aztek dilindeki “siyar” sözcüğünden almışlar…
“Puro” ise aslında tütünün ekiminden başlayarak, kurutulması, sarılması ve içilebilir hale getirilmesi hep aynı topraklarda oluyorsa, “kaliteli” anlamında, “pür” anlamında kullanılan bir sözcük…
Tütünün yayılmaya başlaması beraberinde karşı görüşleri de getirir elbet…
Yasaklamalar gelir hemen…
İlk yasaklayan, daha sonra İngiltere Kralı olacak olan İskoç Kralı James olur…
4.Murat kelle vurdururken, Rus Çarı burun kestirir…
Çin’den Japonya’ya kadar yasaklamayan kalmaz. Ama…
Devletler vergiyi hatırlar ve tütün, devletlerin gözünde baş tacı oluverir hemen.
Eh kolay değil, misal Fransa tütünden yıllık bir milyon franklık vergi geliri elde eder.
19.yy.ın ortalarına kadar tütün, batılıların “cigar”, bizim “puro” dediğimiz, tütün yaprağına sarılmış şekliyle içilirken, “savaşlar dönemi” başlar…
Tütünü bulsa da yaprağı bulamayan asker, bakar ki başka çare yok, kağıda sarar tütünü… Hem de ilk olarak Türk askeri… Şöyle ki…
1832 yılında Mısır Hıdıvi Kavalalı İbrahim Paşa Osmanlıya baş kaldırınca, Osmanlı ordusu ile karşı karşıya gelir.
Savaş hali sonuçta… Sigarasızlık askeri bunaltınca, eh ne yapsın?
Eline geçen kağıdı sarar fişeğe, doldurur kalıbın içine tütünü, olur sigara…
Sonra bu sigara tüm Osmanlıya yayılır…
1854-1856 Kırım Savaşı’nda Osmanlı, Ruslara karşı, İngiltere ve Fransa ile ortak olunca da İngiliz ve Fransız askerler, bizim askerlerden” kağıtlı sigarayı” öğrenirler…
“Cigarette” denir buna da… Hani “cigarcık” gibi yani “küçük cigar” der gibi…
Sonra daha büyük savaşlar patlar. 1.Dünya Savaşı, sigaranın yayılmasında en önemli kırılma noktasıdır sanki…
Kutu kutu sigara gönderilir cepheye. Misal Amerikan Savaş Bakanlığı 1918 yılında “Bull Durham” sigara firmasının tüm stokunu satın alır. Hem de “Çocuklarımız sigarayı yaktığında, Hunluların ateşi söner” şeklinde bir slogan ile…
Ardından 2.Dünya Savaşı ile sigara tüketimi, dünyada tüm zamanların en yüksek seviyesine çıktığı zamanlar olur…
Hele bir de Arapça “kükürt” demek olan “kibrit”in icadı ya da “kontrol edilebilir ve “taşınabilir” ateşin icadıyla da sigara tüketimi alır başını gider…
Şimdilerde de durum aynıdır aslında…
Bakmayın siz devletlerin ya da hükümetlerin “sigarayı yasaklamasına”…
Hala en büyük vergi ve gelir kaynağı tütün ya da sigaradır…
Gelelim “Nikotin”e…
“Jean Nicot de Villeman” 1530 yılında doğmuş,Fransız diplomat ve dil bilimcidir.
Jean Nicot, 1559-1561 yılları arasında ülkesinin Portekiz Lizbon büyükelçiliğini yapar.
Fransa Kraliçesi “Catherine de Mödicis”, devamlı bir baş ağrısından muzdarip olduğundan Nicot, İspanya ve Portekiz’de çok tutulan bir ilaç gönderir kendisine...
Tütün ve tütün tozu…
Tütün tozundan bir parça burnuna çeken kraliçe, kendini iyi hissettiğini söyleyince de tütün Fransa’ya yerleşmiş olur…
Ancak bilim adamları, tütün içindeki sağlığa zararlı maddeye, sanki Fransa’da tütünün yayılmasının intikamını alır gibi, “Jean Nicot” a atıf yaparak “Nikotin” adını verirler…
Jean Nicot de Villeman’ın ölümünden sonra, Fransız dili hakkında yazdığı sözlüğü yayımlanır… Ama içinde “nikotin” sözcüğü yoktur…
Victor Hugo şöyle demiş…
“Tütün, düşünceleri hayallere dönüştüren bitkidir”…
Ben demiyorum, Victor Hugo demiş…

13 Haziran 2016 Pazartesi


“Enik it ürümeye havasmış”…
“Yaşlılık, korkaklara göre değildir” demiş aktrist Bette Davis…
Hani aynaya bakılmadığı sürece gönül reddeder ama…
Gönül “ben bu duvardan atlarım arkadaş” dese de “o duvarı” atlatmaz yaşlılık…
“Her yaşlının içinde, dışarıya çıkmak için deliler gibi çırpınan, hapsedilmiş bir genç vardır” deseler de o duvarın tamda kendisidir aslında…
Tüm canlılar gibi bedeni varlıklarız sonuçta. Doğup büyüyor ve ölüyoruz…
Peki ya “olgunluk”?
Yaş almak ya da yaşlanmak, beraberinde olgunluğu da getirir mi?
Ya da yaşlandıkça olgunlaşır mı insan?
Bir meyvenin kendi dalında güneşle, suyla ve zamanla olgunlaşması gibi,
İnsanlarda zamanla olgunlaşır mı?
Yaşlılık ve Olgunluk bağlantısı,
“Yaşlanmak, bir dağa tırmanmaya benzer. Çıktıkça yorgunluğunuz artar, nefesiniz daralır ama görüş açınız genişler” sözünde olduğu gibi midir?
Yoksa “Yaşlı olmak bilge olmak değildir. Eğer gençken aptalsan ve artık yaşlandıysan, sadece yaşlı bir aptal olursun, hepsi bu…” sözünde olduğu gibi midir?
Atatürk hakkında yazdığı kitaplarla tanınan yazar ve işadamı Hanri Benazus, bu konuda şöyle diyor…
“İnsan yalnız yaşadıkları ile değil, yaşadıklarından aldıkları derslerle, edindiği deneyimlerle olgunlaşır. Olgunluk, hoşgörüyü tutkunun önüne koymak, öfkeyi hoşgörüye dönüştürmektir…”
Yazar Peyami Safa da benzer şeyler düşünüyor…
“Yaşlanarak değil, yaşayarak tecrübe kazanılır. Zaman insanları değil, armutları olgunlaştırır…”
Eğer bizlerde dalındaki meyveler gibi olsaydık,
Kolaydı belki de anlamak “olgun” insanı anlamak… Hani…
Güney denizlerinde bazı kabileler, yakın geçmişe kadar yaşlılarını denerlermiş ya…
Her aile kendi yaşlılarını, bir Hindistan cevizi ağacının üstüne çıkarır, sonra da hep birlikte ağacı olanca güçleri ile sallarlarmış. Eğer ağaca çıkardıkları yaşlı, ağaca sıkı sıkıya tutunabiliyor ve düşmüyorsa, daha genç olduğuna, ayak bağı olmayacağına, yaşaması gerektiğine karar veriyorlarmış.
Yok eğer düşmüşse, zaten hükümde infazda verilmiş oluyormuş…
Tıpkı dalından olgunlaşmış meyve toplar gibi…
Ama işte “olgunluk” pek de bu değil…
Şöyle açıklıyor TDK Sözlüğü “olgunluğu”…
“İnsanların bilgi, görgü ve hoşgörü bakımından gereği kadar gelişmiş olma durumu, yetkinlik, Kemal”…
Olgunluk, mecazi anlamda “büyümek” demek olsa da yaşlanmak değildir asla…
Olgunluk, zamanla değil, insana bağlı olarak gelişir. Aşamalı bir şey de değildir, yaşlandıkça artan bilgi fazlalığı da değildir…
O nedenledir ki çok bilgili ama bir o kadar da inatçı, aksi, çekilmez yaşlıyla doludur çevremiz… Reddederler pek çok şeyi, kendi hamlıklarını her şeyin üstünde tutarak…
Olgunluk, içsel bir gelişimdir. İnsanın kendini yetiştirmesi, törpülemesi, bencillikten kurtulmasıdır.
Yaşlılık ve Olgunluk arasında ki farkı şöyle açıklar Hintli mistik düşünür Osho…
“Sadece biçimler değişir ve biçimlerin önemi yoktur. Önemli olan içindekidir. Unutma sen kap değilsin. Sen içeriksin. Biçimler değişir, varlığın aynı kalır. Şayet bazı şeylerin farkındaysan olgunluk gerçekleşecektir…”

12 Haziran 2016 Pazar


“Çomruk”…
Tüketiyoruz…
Tüm değerleri yavaş yavaş tüketiyoruz…
Bizlerde efsanelere konu olmuş aşkların yaşandığı dönemlerin çocukları değiliz elbet. Ama misal “sevgi” denen, “sevda” denen, “aşk” denen bir şey vardı yaşamımızda…
Göremeyince “özlemek” vardı…
Geçeceği anı, geleceği anı “beklemek” vardı…
Elini tutabilmek için “sabretmek” vardı…
Kavuştuğunda bıkmadan gözlerinin içine bakabilmek,
Göremediğin anların acısını çıkartırcasına konuşmak vardı…
Sevgisi için mücadele etmek vardı…
Özlemekti, beklemekti, sınanmaktı, mücadele etmekti…
Kah acı çekmek, kah affetmek ama yine de mutluluktu…
Şimdi ise aşk facebookda, “ilişkisi var” yazabilmekte…
Şimdi aşk, instagramda “dil çıkarmış sevgili selfiesi” paylaşabilmekte…
Şimdi aşk, ekranların bilmem ne programında sahte gözyaşı dökebilmekte…
Şimdi aşk, evlilik programlarında “ev ve araba pazarlığı” yapabilmekte…
Şimdi aşk, üzerinde barkodu olan ve kullanıp atılan bir “ürün” artık…
Tüm ilişkiler gösteriş, aşklar sanal, her şey magazin artık…
Her hoşlanmanın, beğeninin, cinsel isteğin adı “aşk” artık…
İlişkiler günübirlik, hissedilen her duygunun adı aşk olunca da herkes mutsuz, herkes sabırsız, herkes benmerkezci…
Herkes tatminsiz, herkes doyumsuz ve herkes hep daha fazlasını istiyor…
Fedakarlık da yok artık, emek vermekte…
Sevgi ya da sevgilinin değil, bir “etiketin” peşinde koşuyor hemen herkes…
“Yakışıklı olsun, güzel olsun, kariyerli olsun, karizması olsun, parası olsun, evi olsun, arabası olsun, becerikli olsun, eğlenceli olsun, romantik olsun” falan filan…
Kimse kimsenin olumlu yanlarını bakmıyor artık, herkes takıntılı olduğu seçeneklerin peşinde… Tüketen toplumuz ve tüketiyoruz her şeyi…
Aşkı da sevgiyi de dostlukları da tüketiyoruz çabucak…
Yoğun yaşıyor, hızlı bitiriyoruz…
Anlamını kaybediyor, sıradan oluyor tüm değerler…
Değerler sıradanlaşınca da insanlar yalnızlaşıyor gitgide…
Dostluk kavramının bile içi boşalıyor, başka bir şeye dönüşüyor günümüzde…
Her önüne gelene “dost” diyerek, sıkılınca terk ederek, tartışınca tüm bağları kopartarak “dostluk” kavramını sıradanlaştırıyoruz…
Saygıyı zaten bitirdik, kültür, sadece bir sözcük, bilgi ise en değersiz şey…
Ulaşılması bu kadar kolaylaşmışken, hiç arayıp ulaşılmayan bir değer…
Yenisini üretmek, bilgi üretimine katkı bir yana,
Kullanılmaktan değil, unutulup bir köşeye atılarak bitti bilgi…
Müziği bitirdik, tiyatroyu bitirdik, sinemayı bitirdik…
Evrensel ahlaki ilkeleri bitirdik…
Tek şey kaldı elimizde, “talan kültürü”…
En kısa sürede elde edip, hemen tüketilip, sıkılıp atılıyor çünkü her şey…
Tüm değerler “güdük”, tüm değerler “çomruk” artık…
“Çomruk”, unutulmuş sözcüklerimizden birisi…
“Ağaç gövdesindeki yumru ya da budağa” da “çomruk” dense de
“Kullanıla kullanıla eskimiş, aşınmış, güdük kalmış” her şeyin adı “çomruk”…
Aşklar, dostluklar gibi belki de…

11 Haziran 2016 Cumartesi


“Saman altından su yürütmek”…
“Bencil” sözcüğü, “egoist” sözcüğüne karşı üretilmiş Yeni Türkçe bir sözcük…
“Kendi çıkarını herkesinkinden üstün tutan, yalnız kendini düşünen” anlamında…
“Hodbin” ya da “hodkam” sözcüklerini kullananlar da var, özellikle edebiyatımızda…
Hodbin, Farsça, “kendini gören” anlamında…
“Bencillik”, antik çağlardan bu yana dini, felsefi, psikolojik ve ekonomik açılardan sorgulanan bir durum…
Aristo, insanları bencil olmakla suçlayıp, kendi çıkarını düşünenleri yerden yere vururken, Dante’nin “İlahi Komedya”sında yedi büyük günahtan biridir “ego”…
Psikolojinin en büyük ilgi alanı, dinlere göre suç, hatta en büyük kötülüktür…
Ekonomik anlamda ise “Marks”ın deyişiyle, “kapitalizmin baskın özelliklerinden biri”dir. Şöyle diyor Marks…
“İnsanlar bencildir ancak çevreye bağlı olarak bencillik yaşarlar.”
“Adam Smith” ise “bencilliği, ekonomik sistemler için gerekli” bir şey olarak görüyor…
Bencilliğin karşıtı ise “Diğerkâmlık”tır…
“Başkalarının yararını da kendi yararı kadar gözetme” demektir….
 “Altürizm” de denir ya da İslami karşılık olarak “İsar” da…
“Özgecilik” ya da “Elcilik” diyenlerde vardır elbet…
Diğerkâmlık, “kendi gelişimini ve gereksinimlerini bir kenara atıp, yalnızca başkalarının çıkarlarını sağlamaya çalışmak” değildir elbet…
“Başkalarını da kendisi kadar düşünmek, başkalarını da kendisi kadar sevmek, başkalarının yararını da kendi yararı kadar gözetmek” demektir diğerkâmlık…
Kişinin parçası olduğu toplumda, kendi üzerine düşen görevleri yerine getirmesi,
Organı olduğu organizmanın sağlıklı çalışmasını sağlaması,
Toplu yaşamanın gereklerini yerine getirmesidir “diğerkâmlık”…
“Saman altında su yürütmek” değildir kısacası…
Bu deyim, bencillikle daha ilgilidir çünkü…
Ama bir o kadarda sinsilikle, dümencilikle, yalancılıkla ilgilidir…
Sözlüklerde, “Gizli işler çevirmek”, “Kendisinin yaptığını belli etmeyerek ortalığı karıştırmak ve herkesi birbirine düşürmek”, “Hiç kimseye sezdirmeden iş çevirmek” olarak açıklanan deyimin ortaya çıkış öyküsü, kaynaklara göre şöyledir…
Bir zamanlar bir yerlerde bir köy…
Geniş bir ovanın üzerinde bulunan bu köyün hayat kaynağı ise orta halli bir ırmak…
Hani dereden biraz daha hallice bir şey…
Hayat o ırmağın çevresinde…
Çamaşırlarda orada yıkanıyor,
Hayvanlarda oradan su içiyor,
Bahçe ve tarlalarda o ırmaktan sulanıyormuş…
Kışın neyse ama yazın azalıyormuş ırmağın suyu…
Köyün tüm ihtiyaçlarını karşılamaya yetmiyor, hadi çamaşır mamaşır neyse de iş bahçe ve tarlaları sulamaya gelince işler karışıyormuş…
Herkes kendi bahçesini, tarlasını sulamak istediğinden, her gün bir sürü hır gür…
Köy ahalisi bakmış herkes birbiri ile kavgalı, herkes birbiri ile küs,
Bu durumun önüne geçmek için çareler aramışlar…
Çare olarak ise bahçe ve tarlaların sırayla sulanması fikrini bulmuşlar…
Tüm köyün bahçe ve tarlalarının listesini çıkarıp, hepsine belli bir gün ve saat vermişler. Vermişler ki herkes bahçesini, tarlasını belirlenen gün ve saat içinde sulasın, kimsenin kimseye hakkı geçmesin…  Ama insanoğlu işte…
Özellikle kendi çıkarı söz konusu olunca, kimin ne yapacağı, ne zaman yapacağı belli olmadığından, herkes sulama yapmak için sırasını beklerken…
Köyün uyanıklarından biri, sırası gelince sulaması yetmezmiş gibi,
Irmağa yakın olmanın nimetinden de yararlanırcasına,
Irmaktan tarlasına gizli bir kanal kazmış…
Köylüler fark etmesin diye de üzerini, ağaç dalları, sap, samanla kapatmış…
Yaz iyice gelip, havalarda iyice ısınınca ırmağın suları da oldukça azalmış…
Diğer köylüler, bitkilerini ölmeyecek kadar sulayabilirken,
Bunun tarlasındaki bereket şaşırtmış köy ahalisini…
İçlerine de bir kuşku düşmüş, “la yoksa” demeden edememişler elbet…
Bir gün toplanıp, baskın yapmışlar uyanığın tarlasına…
Arama, tarama, inceleme derken bulmuş bir gizli kanalı…
Sapın samanın altından geçen su, bahçeye bereket dağıtıyor…
Almışlar uyanığı aralarına,
“Ulan” demişler, “Sen saman altından su mu yürütüyosun?”…

10 Haziran 2016 Cuma


“Diploma”…
Yıllar önceydi…
Bir sabah kalktım, baktım oğlum elinde gazete, koltukta oturuyor.
Uykusu gelmiş kamyon şoförleri gibi başını kaşıya kaşıya,
Ama bir o kadar da dikkatle gazeteyi inceliyor.
“Günaydın oğlum, n’apıyosun?” diye sordum…
“Hiiiç, gazete okuyorum” dedi umarsızca…
Güldüm kendi kendime “her halde bizi taklit ediyor” diye düşünerek…
“Nasıl yani?” diye tekrar sordum…
“Basbayaa” diye yanıtladı, önemli bir iş yapanların “oyalama beni” tonlamasıyla…
“İyi de sen okuma yazma bilmiyosun ki hem daha 2 buçuk yaşındasın” dedim üste çıkmaya çalışarak…
“Biliyorum canıım… Okumada biliyorum, yazabiliyorum da” diye tekrar tersledi beni…
İş inada binmişti bir kere…
Oturdum yanına, “oku lan çakal” dedim babalık otoritemi göstermeye çalışarak…
Okudu… Gösterdiğim her haberi, her satırı okudu…
Tamam, sokakta gördüğü her mağaza tabelasını, her araba markası ya da plakasını okuyordu ama bu biraz farklı bir şeydi sonuçta…
“Sen okumayı nerden öğrendin ki?”diye sordum hayretle…
“Kendim kendime” dedi. “Susam Sokağı’ndan, bi de Çarkıfelek’ten harfleri öğrendim, okumayı da kendim öğrendim” dedi bilgiç bilgiç…
Gecenin üçlerinde uyandırmalar başladı sonra, “Bana Gama ışınlarını anlat, bana Ebola virüsünü anlat” türünden benim bile bilmediğim sorular sorarak…
Ansiklopedi okumayı öğrettik mecburen, “hiç değilse gece uyandırmasın” diyerek… Artık elimizde deliler gibi bulduğu her şeyi okuyan bir velet vardı…
Kreşe gönderdik önce, “çok soru soruyor” diye altı ay içinde geri verdiler…
Evde bakmalar, kreş değiştirmeler falan beş yaşına kadar getirdik…
“Bari bir anaokuluna verelim de bir şeye kanalize olsun” diyerek ve şimdiki kadar yaygın olmadığından bir özel okulun anasınıfına götürdük. Ama…
“Bu çocuğa ana sınıfında yazık olur, ilkokula alalım. Aslında birinci sınıfta az gelir ama yaşı epey küçük” deyip ilkokula başlattılar…
Kolejler, Ankara’nın sayılı Anadolu liseleri, sınıf atlamalar falan derken 15 yaşında üniversiteli oldu çocukcağız, Bilkent Bilgisayar Mühendisliği bölümünü kazandı…
Oğlumun eğitim süreci bize şunları öğretti ki…
“Zeki olmak, Türkiye’de suç”…
“Hiçbir öğretmen, sınıfında diğer çocuklardan önde bir çocuk istemiyor”…
“Öğrenciler sınıfı geçsinler yeter, öğrenmeseler de olur, hatta daha iyi olur”…
“Türkiye’nin eğitim sistemi, zeka durumları, ilgi alanları ne olursa olsun tüm çocukları koca koca sınıflara doldurup, aynı hizaya getirme üzerine kurulmuş bir sistem”…
Neyse… Üniversitede bitti…
Önce özel sektörde çalışmayı denedi çocuk… Ama…
Her ne kadar adına “özel sektör” dense de sanırsın “kölelik düzeni”…
Köleci toplumlardan tek eksikleri, elde kırbaç başka diyarlardan kadırgalar dolusu insan kaçırmıyorlar bir tek…
“Bari bir süre devlette çalışayım” deyip sınavlara girdi bu kez…
Bilmem kaç tane yabancı dil, hatırı sayılır bir okuldan diploma, tüm sınavlardan ya tam ya bir iki puan eksikle sınav başarısı ama…
“Mülakat”ta hiç birini kazanamadı “nedense”???
Bunları neden anlattım?
Artık eğitim önemsiz bir şeydir…
Hiçbir eğitim, bilgi, yetkinlik, donanım olmasa da olur…
Önemli olan “dayı”nın olmasıdır…
Eğer bu varsa çocuk yaşta koca koca şirketlerin de olur,
Önemli makamlara da gelirsin…
Hatta o makamlar için,
Hadi eğitimi geçtik, diploman olmasa bile olur…
Benim oğlum mu?
Merkezi atama ile bir yere atadılar, şimdilik çalışıyor çocuk…
“Diploma” sözcüğüne gelirsek…
Dilimize, “Her türlü resmi evrak, berat” anlamındaki Fransızca “diplôme” sözcüğünden geçse de sözcüğün aslı Eski Yunanca…
O çağlarda yazılı belgeler katlanarak saklandığı için,
Eski Yunanca “iki” anlamındaki “di” ve “katlama, bükme, kıvırma” anlamındaki “ploma”  sözcüklerinden türetilen “diplôma” sözcüğü, “İkiye katlanmış olan” anlamındadır…

9 Haziran 2016 Perşembe


“Aklın yok ise ta*ağımda, elin ne geziyo aşağımda”…
“Delilik, aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemektir” der Einstein…
Hani, “neden” belliyse “sonuç” da bellidir gibisinden…
“Nedensellik” bir felsefe ilkesidir aslında…
“Olay ve olguların birbirine belli şekilde bağlı olmasını” anlatan bir ilke…
“Her şeyin bir nedeni vardır ve nedenine bağlanarak açıklanabilir. Belli nedenler, belirli sonuçları yaratır, aynı nedenler, aynı koşullarda aynı sonuçları verir”…
Ama bu ilke biraz yanlış anlaşılır. Oysa…
“Her şeyin bir nedeni vardır” demez, “her sonucun bir nedeni vardır” der…
Yani “o şey” artık bir “sonuca” ulaşmışsa,
O artık bir sonuçsa, işte onun bir nedeni vardır…
Yani “sonucu olan her şeyin bir nedeni vardır” der nedensellik ilkesi…
Olayların nedensel bağlantısından ilk söz eden,
MÖ.4.yy.da yaşamış bir filozof, “Demokritos …
Aristo ise bu konuda şöyle diyor…
“Ortaya çıkan her şey, bir şey yoluyla bir şeyden, belli bir şey olarak ortaya çıkar…”
“Nedensellik”, bilimsel düşüncenin temel ilkesidir ve insana şunu belletmeye çalışır…
“Nesnel dünya bilinebilir ve olanaklar çerçevesinde değiştirilebilir. Herhangi bir olaydaki neden sonuç ilişkisi biliniyorsa, nedeninin değiştirilmesiyle sonuç da değişecektir…”
Albert Einstein bu durumu şöyle özetler…
“Tanrı zar atmaz…” Yani…
“Her şey birbirine bağlantılıdır. Her sonuç, bir önceki olayın ya da nedenin ürünüdür. O olayda geriye doğru gidildiğinde sonsuz bir neden sonuç ilişkisi ortaya çıkar”…
Bu nedenle tarihçiler de “nedensellik” ilkesi çerçevesinde bakarlar tarihe…
 “Bütün olaylar zincirin halkaları gibidir. Her olay kendisinden önceki bir olayın sonucu, kendisinden sonraki olayında nedenidir. Önceki olay bilinmezse sonraki olaylar kavranamaz”…
Baktığımızda, aslında “nedenselliğin” tam da ortasındayız hepimiz. Çünkü…
Nedensellik ilkesi sosyolojik olarak da belirleyicidir…
Misal… Coğrafi yapı, ekonomik yapıyı etkiler, o nedenle Karadeniz’de balıkçılık, Doğu Anadolu’da hayvancılık gelişmiştir…
Ekonomik yapı, toplumsal yapıyı etkiler, o nedenle tarım ve hayvancılıkla uğraşanlarda geniş aile yapısı ortaya çıkmıştır…
Toplumun nüfus yapısı ekonomik yapıyı etkiler, o nedenle genç nüfusun çoğunlukta olduğu bir toplumda eğitim ihtiyacı ve işsizlik fazladır…
Yani toplumlar ne yaşıyorsa bunlar koşulların yarattığı bir sonuçtur…
Ama en kötüsü de yaşadıkları kötü şeyler, kendi yarattıkları koşulların sonucu olmasıdır…
İşte o nedenledir ki önemsiz görüp üstüne düşmediği konuların acısını çeker toplumlar ve işte o nedenledir ki içinde “için”, “olduğundan”, “dolayı” dolu cümleler her geçen gün artar…
İşte o nedenledir ki bugün yaşanan her “sonucun” nedenleri belliyken biz hala aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp,
Ya da yapılmasına ses çıkarmayıp farklı sonuçlar almayı bekliyoruz…
Deli miyiz neyiz?

8 Haziran 2016 Çarşamba


“Birike”…
“Geleceğe bu günden miras bırak”…
“Koleksiyonerim” adlı site böyle diyor,
Biriktirmeyi sanat etkinliği, biriktirenleri de sanatçı olarak yorumluyor…
Eğer böyleyse en büyük sanatçıdır çocuk…
“Aşık” ya da “aşuk kemiği” biriktirmiş ilk başlarda…
“Aşık oyunu”, koyun ya da keçilerin arka bacaklarında bulunan “dört taraflı kemik”le oynanan tarihi bir Türk oyunu…
Her yüzüne bir ad vermiş…
“Cuk/cik”, “tok/tök”, “allı/alşı” ve “kazak/öpen” her bir yüze verilen adlar…
Yere “zıda” denen bir daire çizmiş, onun ortasına da tek sıra ve dik olarak aşıkları dizmiş. “Daha büyük” diyerek koç bacağından aldığı ya da içine kurşun doldurduğu “enek”  ile, dizili duran aşıkları daire dışına çıkarmaya çalışmış yıllarca…
“Benimle aşık atamazsın” diyerek karşıdakini kızdırmış,
“Ben cuk oturturum” diyerek de kendini övmüş…
Oynanma şekli hemen hemen benzer olsa da…
Ceviz ya da “koz” biriktirmiş sonraları…
“Ağır olsun” diyerek, onun eneğini de cam macunu ya da tuzla doldurarak ve hatta,
 “Ceviz oynamaya mı geldin odama,
Nişanlında bu mu derler adama?
Dayanamam senin kara sevdana” diyerek türküler bile yakmış…
“Gazoz kapağı” biriktirmiş, “misket” biriktirmiş…
Fındık büyüklüğündeki bu cam küreleri çok sevmiş,
İçindeki rengarenk dalgalara kendince anlamlar yükleyerek…
“Aynalı” demiş, “kemik” demiş, “domili” demiş,
“Ütülünce” üzülmüş, “ütünce” ganimet saymış kendine…
Biriktirip torbalarda saklamış, en büyük hazinesi olmuş küçük dünyalarının…
“Teksas” biriktirmiş, “Tommiks” biriktirmiş…
“Baltalı ilah Zagor”, “Kaptan Swing”, kılıktan kılığa giren “Tom Branks” biriktirmiş…
Dayak yemeyi bile göze alarak, ders kitaplarının içine sakladığı çizgi romanlardan, konyağı bilmese de “Konyakçıyı”, dert nedir bilmese de “Gamlı Baykuş”u okumuş…
“Karaoğlan”, “Malkoçoğlu”, “Kara Murat”, “Tarkan” biriktirmiş daha sonraları…
Değiş tokuş yaparak “takas” nedir onu öğrenmiş…
“Futbolcu kartları” biriktirmiş, “Taso” biriktirmiş yeni oyunlar icat ederek…
Aslında…
“Hayat” biraz da “biriktirmek” demek, her yaşta farklı şeyler biriktiriyoruz çünkü…
Bazen oyun için nesne, bazen sevgi, bazen para, bazen de dostluk…
Biriktiriyoruz ki hepsi bir araya gelip hayatımızın “fotoğrafı” olsun diye sanki…
Ancak çocukken “oyun oynamak” için biriktirirken,
Şimdi “biriktirmenin” kendisi bir oyun aslında…
Çocukken zamanı düşünmeden oynadığımız oyunlar gibi,
Şimdi, zamanı “unutmak” için oynadığımız oyunun adı “biriktirmek”…
Sonu “ölüm” ya da “yokluk” olan ama hepimizin “gelecek” dediği,
Ama belki de hiç gelmeyecek olan günleri unutmak için oynadığımız bir oyun…
Çünkü…
Biriktirdiğimiz misketlerle beraber, saatleri, günleri, ayları ve yılları da biriktirdik… “Ütülmediğimizde” biriken misketler gibi,
Kullanmadığımızda “zaman”da birikecek sanarak hem de…
Yine de ne yaparsak yapalım “ütülüyoruz”, kullanmasak da birikmiyor asla “zaman”…
Ancak atlas keselerde saklayamasak da en değerli hazinemiz yine de “zaman”…
Hani “harcamak” demesek bile en iyi şekilde “kullanmamız” gereken bir hazine…
Kullanmak gerek çünkü  “zamanı biriktirmek için zamanımız yetmiyor”…