“Çavgun”…
“İklim”
kısaca, “bir yörede yaşanan hava koşullarının uzun süreler boyunca gözlenen
durumu” demek ve herkes bu tanıma güvenerek havaların ısınmasını bekliyor.
Ama
son yıllarda hava, türkülerin anlattığı gibi…
Hani
“Baharı görmeden yaz geldi geçti” cinsinden.
Takvimsel
olarak yaz mevsiminin ortasında bile, hava durumu sunucuları hava raporunu
okurken şuna yakın cümleler kuruyorlar…
“İstanbul
sağanak yağışlı 20 derece, Ankara çok bulutlu ve sağanak yağışlı 18 derece”
falan…
Yağmura
çok romantik gözlerle bakıp,
“İki
bulutun birbirine duyduğu aşktır yıldırım ve o bulutların gözyaşıdır aslında
yağmur” cinsi duygusal anlamlar yükleyenler olsa da…
“İklim
Değişikliği Paneli”nde açıklanan bilimsel rapora göre gerçek, “yerkürenin
ikliminin hızla değişmekte olduğudur”. Ve…
“Dünyada
birçok yörenin iklimi doğal ve yapay nedenlerle değişmiştir ve değişecektir.
Bunun en önemli nedeni ise insan faaliyetleridir. Çünkü küresel ısınma,
kimyasal etkilidir ve canlıların solunum, boşaltım ve çeşitli tutkularından
sonra ortaya çıkan sera gazları sonucu gerçekleşir.
Bu
iklim değişiklikleri kuraklık, çölleşme, yağışlarda dengesizlik ve sapmalar, su
baskınları, tayfun, fırtına, hortum gibi meteorolojik olaylarda artışlarla
kendini gösterir”
Ancak
yine bu rapora göre, ülkemizdeki iç düzenlemeler ise “kim ne derse desin, sen
yoluna devam et” tarzında sürmektedir.
Yani
ya yağmurdan ya da terden sırılsıklam olacağız…
Oysa
“Kadınlar çiçektir ve çiçekler su ister” türü reklam sloganlarına hepimiz gülüp
geçsek de tüm canlılar su ister. Çünkü “su hayattır” ve yaşamın kaynağıdır.
Tarih
sahnesinde yer aldıkları andan bu yana Türklerde de su ve yağmur, yaşamın ve
bereketin kaynağıdır, hatta kutsaldır.
O
nedenle de “Rahmet” denir yağmura…
“Nisan’da
yağmur dinmesin, Mayıs’ta sıçan siğmesin” türü atasözleri olsa da yağmur
yağmadığında da telaşa düşüp, inanışlar devreye sokulur hemen…
“Çömçe
Gelin” oyununa başvurur misal…
Çubuk
şeklinde tahtalardan, bezlerle süsleyerek oyuncak bir “gelin” yapılır.
Çocuklar
bunu kapı kapı dolaştırıp, hem yağmur yağması için mani söyler ve hem de
kendilerine yiyecek bir şeyler isterler…
“Çömçe
gelin ne ister / Allah’tan rahmet ister,
Bir
kaşıkçık yağ ister / Ver Allah’ım ver, yağmurundan sel…”
Her
kapının önünde yapılan bu yağmur duasından sonra, yiyecek olarak ne isteniyorsa
onun söylendiği bu maniyi duyan ev sahibi bulgur, yağ gibi yiyecekleri
çocuklara verir…
Ama
yine yağmazsa İslamiyet’ten ve Şamanizm’den izler taşıyan bir uygulamaya
başvurulur, “Yağmur Duası”na çıkılır misal…
“Töreni”
yöneten imam, önüne konan taşlara tek tek dua okuyup üfleyip diğerlerinden
ayırır. Taş sayısı yetmişi bulunca hepsi bir torbaya konur ve su kenarına
gidilir… İmam yağmur duası okurken taşların hepsi suya atılır. Yağmur yağmasını
temsilen el parmakları aşağıyı gösterecek şekilde dua edilse de önemli olan
taşa “okunması”dır.
Bu
inanış Şamanizm’den ve “Yada” taşından gelir.
Eski
Türk inanışına göre, “Gök Tengri”, “Yada”, “Yesem”, “Cada” “Yat” taşı da denen
sihirli bir taş hediye etmiştir. Bu taşla yağmur, kar, dolu yağdırılabilirdi ki
bu durumu Kaşgarlı Mahmut Divan’ında şöyle anlatır…
“Yat
bir tür kahinliktir, ‘yada taşı’ ile yapılır. Bununla yağmur ve kar
yağdırılmaya çalışılır. Ben, ‘Yağma Türklerinin’ ülkesinde gözümle gördüm. Bir
yangın olmuş idi ve mevsim yaz idi, bu suretle kar yağdırıldı, yangın
söndürüldü”…
10.yy.da
İslam tarihçilerinden İbn-ül Fakih ise “Oğuzların ve Horasan sınırındaki
Türklerin, istedikleri zaman yağmur ve
kar yağdırabilen taşları vardır” diye yazar…
Günümüz
bilgilerine göre ise atmosferdeki su buharının yoğunlaşması ile oluşan ve
damlalar şeklinde düşen yağışa “yağmur” denir. Damlaların küçük olduğu yağışa
ise “çisenti”… Bunlar hala bildiğimiz ve kullandığımız sözcükler…
Gelelim
unuttuğumuz “çavgun” sözcüğüne…
Çavgun, “Rüzgarla
birlikte karla karışık yağan yağmur”, “Fırtınalı yağmur” demektir ki “Bora”
yağmuru getiren fırtınanın adıysa, “Çavgun” da fırtınayla gelen yağmurun
adıdır.